...

İran yönetimi ilk kez, birkaç yıl önce akla bile gelmeyecek bir senaryoyu açıkça dile getirdi: su kıtlığı nedeniyle on milyonluk başkent Tahran’ın kısmen tahliye edilmesi. Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın “Eğer yağmur yağmazsa, suyumuz kalmayacak” sözleri bir distopya filminden alınmış gibiydi ama İran için bu çıplak bir gerçek. Aynı anda ülke başka bir felaketle de boğuşuyor: solunan hava artık doğrudan ölüm nedeni haline geldi. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre sadece son bir yılda hava kirliliği yaklaşık 59 bin kişinin canına mal oldu – bu, günde 161, her saat 7 ölüm demek. Bu rakam bazı savaşlardaki kayıplardan bile fazla. Düşman artık görünmez: duman, kurum ve toz parçacıkları. Bu soğuk istatistiklerin ardında binlerce kalp krizi, inme, kronik akciğer hastalığı ve kansere yol açan bir gerçek yatıyor – doğa artık insanı koruyamıyor. İran’ın büyük şehirlerindeki hava, toksisite açısından yıllarca sigara içmeye eşdeğer hale geldi; temiz su ise sıradan bir nimet olmaktan çıkıp lüks bir kaynağa dönüştü.

Kuruyan toprak, zehirli hava

Atmosferik duman ve kuraklık krizleri, İran İslam Cumhuriyeti’nin yapısal çevre çöküşünün simgesi haline geldi. Ahvaz kentinde ölümcül PM2.5 parçacıkları 42 mikrogram/metreküp seviyesine ulaştı – bu, Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği sınırın sekiz katı. Başkent Tahran’da ise birkaç karsız kışın ardından musluklar kuruyor. Sadece Huzistan eyaletinde geçen yıl 1624 kişi hava kirliliğinden öldü; solunum hastalıklarının tedavisi 427 milyon dolardan fazlaya mal oldu. Ekim sonunda 22 binden fazla kişi solunum şikayetleriyle hastanelere başvurdu, çünkü tüm ay boyunca yalnızca iki gün nefes alınabilir hava yaşandı. Okullar kapatıldı, öğrenciler uzaktan eğitime geçti – çünkü okula gitmek bile sağlık riski haline geldi.

Tahran’da ise su kesintileri geceleri rutin hale geldi. Beş büyük barajdan biri tamamen kurumuş durumda, bir diğeri ise yalnızca yüzde 8 dolu. Enerji Bakanı Abbas Ali-Abadi, başkentlileri en az yüzde 20 su tasarrufuna çağırdı ve evlere depo takılmasını önerdi. Ancak meteorologlara göre ülke son 50 yılın en kurak döneminde; yağışlar geçen yıla kıyasla yüzde 85 azaldı. Ulusal Kuraklık Merkezi durumu “ağır kriz” olarak tanımladı. Dolayısıyla milyonlarca insanın tahliye edilme ihtimalinden söz etmek artık abartı değil, çıplak bir gerçeklik.

Bir ülkenin çöküş anatomisi

İran’daki çevresel felaket bir gecede ortaya çıkmadı; kökleri onlarca yıl öncesine, plansız sanayileşme, yanlış kalkınma politikaları ve jeopolitik yalnızlığa dayanıyor. 1970’lerde Şah döneminde çevre bilinci gelişmeye başlamıştı. Ancak 1979 Devrimi ve Irak’la sekiz yıllık savaş, tüm dikkat ve kaynakları başka yöne çevirdi. Savaş sonrası dönemde temel hedef “önce kalkınma, sonra çevre” idi. 1990’larda Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani dev barajlar ve hidroelektrik projeleriyle ülkeyi yeniden inşa etti. Tarım arttı, istihdam yaratıldı, şehirler enerjiye kavuştu – ama bedeli ağır oldu: nehirler kurudu, yeraltı suları çekildi, ekosistem dengesi bozuldu.

Demografik patlama bu krizi daha da büyüttü. 1980’de 35 milyon olan nüfus, bugün 85 milyonu geçti. Bu artışla birlikte tarım alanları kurak bölgelere kadar genişletildi; yeraltı sularından her yıl milyarlarca metreküp çekildi. Eski Tarım Bakanı İsa Kalantari’ye göre İran’ın yıllık su açığı 30 milyar metreküpü aşıyor. Yeraltı suları tükendikçe toprak çöküyor; Tahran çevresinde zemin oturmaları sıklaştı – ülkenin altı adeta boşalıyor.

Urmiyye Gölü: ekolojik bir trajedi

Hataların doruk noktası, kuzeybatıdaki Urmiye Gölü kriziydi. Bir zamanlar dünyanın en büyük tuz göllerinden biri olan Urmiye son 30 yılda yüzde 95 oranında küçüldü. Aşırı sulama, elma bahçeleri, nehirlerin önüne çekilen barajlar… Sonuç: kuruyan göl yatağından kalkan zehirli tuz bulutları milyonların sağlığını tehdit ediyor. Azerbaycanlı nüfusun yoğun olduğu Doğu ve Batı Azerbaycan eyaletlerinde “Urmiye ölürken sessiz kalma” protestoları yapıldı. Güvenlik güçleri sert müdahalelerde bulundu. Hasan Ruhani döneminde BM destekli “Urmiyye’yi kurtarma” planı başlatıldı, ama sonuç alınamadı. Eski Çevre Kurumu başkanı Kalantari’nin hesabına göre, gölü kurtarmak 1 milyar dolara mal olabilirdi, ama şimdi 4 milyon kişiyi tahliye etmek 500 milyar dolara patlayabilir. Bu tablo, ekolojiden tasarrufun en pahalı kumar olduğunu kanıtladı.

Trafik, mazot ve kara duman

Su kadar hava da kirleniyor. 1990’lardan itibaren kentlerde araç sayısı patladı, ama teknolojik gerilik ve yaptırımlar yüzünden İran, milyonlarca eski motorlu aracı hurda haline getirip yollara sürdü. Bugün hava kirliliğinin yüzde 88’i egzozdan geliyor. Kışın doğalgaz yetmediğinde termik santrallerde mazot yakılıyor, sülfür ve kurum dolu gazlar atmosfere salınıyor. Tahran, İsfahan, Meşhed – artık dünya sıralamasında en kirli şehirler arasında.

Bazı yetkililer ise bilime sırtını dönüp suçu dış güçlerde arıyor. 2018’de bir general, “İsrail ve Batı bulutlarımızı çalıyor” diyerek, ülkenin susuzluğunu “meteorolojik sabotajla” açıklamıştı. Bu, yöneticilerle bilim insanları arasındaki kopukluğun sembolüydü. İran’da çevreciler “komplo teorisyenleri” tarafından susturuldu; güvenlik devleti doğaya karşı savaş açtı. 2018’de önde gelen çevreciler “casusluk” suçlamasıyla tutuklandı, biri hapiste öldü, diğerleri uzun hapis cezaları aldı. Birçoğu ülkeyi terk etti – aralarında su kaynakları uzmanı Kaveh Madani de vardı. Böylece İran, kendi çevre krizini çözebilecek beyin gücünü kaybetti.

Rejimin sessiz bedeli

İran Anayasası çevreyi korumayı ulusal görev sayıyor ama 40 yıldır öncelik ideolojiye, güvenliğe ve inşaata verildi. Çevre Kurumu hep bütçe ve yetki kıtlığıyla boğuştu; başkanları sık sık değişti. Reformcu dönemlerde Masume Ebtekar gibi isimler “yeşil gündem”i öne çıkardı, ama Ahmedinejad döneminde çevre kuralları kalkınma uğruna esnetildi. Devrim Muhafızları’na bağlı şirketler doğal alanlarda dev projelere girişti. Binlerce inşaat izni milli parklarda dağıtıldı. Devletin ekonomisiyle doğa arasında ince bir denge vardı; şimdi o denge tamamen bozuldu.

İklim kriziyle birleşen yapısal çöküş

İran’ın coğrafyası zaten kurak; küresel ısınma bunu felakete dönüştürdü. 2018 ve 2021’de yaşanan kuraklıklar hidroelektrik üretimini çökertti, elektrik kesintileri saatlerce sürdü. 2023 yazında termometre 50 dereceyi aştı, toz fırtınaları rutin hale geldi. Doğa artık intikamını alıyor. Ülke suyu, toprağı ve havayı, yenilenme hızından çok daha hızlı tüketti. Sonuç ortada: hem köylü hem şehirli aynı nefessizliğin içinde yaşıyor.

İran’ın bugünkü hali, doğanın sessiz ama kesin hükmüyle özetleniyor: dengesizlik. Ve bu dengesizliğin bedelini artık herkes ödüyor.

Sistemik kriz ve yansımaları: ekoloji insanı ve ekonomiyi vuruyor

İran’daki ekolojik çöküş, tek bir sektöre ya da doğal afet kategorisine sığmayacak kadar kapsamlı. Bu, ülkenin kalp atışlarını – sağlığı, ekonomiyi, toplumsal dokuyu – aynı anda hedef alan bütünsel bir krizdir.

Zehirli hava, hasta toplum

İlk darbe, doğrudan insan bedenine iniyor. Hava kirliliği artık İran’da “sessiz katil” değil, sistematik bir ölüm makinesi. Özellikle PM2.5 olarak bilinen mikroskobik toz partikülleri, akciğerlerin derinliklerine kadar inip kana karışarak kalp, damar ve sinir sistemine zarar veriyor. İranlı doktorların verileri, her yıl on binlerce ölümün doğrudan bu parçacıklarla bağlantılı olduğunu gösteriyor. En çok kalp ve damar hastalıkları, felçler, kronik akciğer yetmezlikleri ve akciğer kanserleri öne çıkıyor. Başka bir deyişle, hava kirliliği artık bir “sağlık riski” değil, tam teşekküllü bir epidemidir.

Başkent Tahran’ın yanı sıra İsfahan, Ahvaz ve Arak gibi sanayi kentleri, bu ölümcül istatistiğin merkezinde. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2010’lardan itibaren yayınladığı raporlarda İran şehirleri, dünyanın en kirli kentleri arasında yer aldı. Örneğin Ahvaz’da 2023–2025 yılları arasında ortalama PM2.5 seviyesi 35–40 mikrogram/metreküp civarında; Dünya Sağlık Örgütü sınırıysa sadece 5. Huzistan ve İlam gibi güneybatı bölgelerinde toz fırtınaları günlük seviyeleri birkaç yüz mikrograma kadar çıkarabiliyor. Güneşin bile görünmediği bu atmosfer, yalnızca fiziksel değil, psikolojik yorgunluğun da sebebi: kronik öksürük, uykusuzluk, baş ağrısı, göz yanması, sürekli stres.

Ekonominin görünmez vergisi

Bu tablo sadece halk sağlığını değil, ekonomiyi de kemiriyor. İran Sağlık Bakanlığı’nın resmi verilerine göre, hava kirliliğine bağlı hastalıklar ve erken ölümlerin ülke ekonomisine yıllık maliyeti 17,2 milyar dolar – günde yaklaşık 47 milyon dolar. Bu, İran’ın birçok ihracat kaleminden elde ettiği geliri aşıyor. Başka bir ifadeyle, kirli hava ülkeye her gün gizli bir “çevre vergisi” bindiriyor.

Zaten yaptırımlar, yüksek enflasyon ve yatırım kaçışıyla sarsılmış bir ekonomide bu yük, büyümenin önündeki en görünmez ama en inatçı engel. Bu milyarlar, sanayiyi modernleştirmek, istihdam yaratmak, altyapıyı yenilemek için kullanılabilecekken kalp krizi, KOAH ve kanser tedavilerine harcanıyor. Üstelik büyük şehirlerdeki kötü yaşam koşulları, nitelikli insan gücünü de kaçırıyor. Genç profesyoneller – mühendisler, doktorlar, bilişim uzmanları – daha temiz ve yaşanabilir şehirleri tercih ediyor: Dubai, Vancouver, hatta Bakü. Bu da ekolojik krizin tetiklediği beyin göçü anlamına geliyor.

Susuz toprak, aç sofralar

İkinci darbe su krizinden geliyor. İran yıllardır gıda bağımsızlığına övünçle sarıldı, ancak bugün paradoks ortada: petrol ve gaz zengini ülke, su yoksulu bir ülke haline geldi. Tatlı su tüketiminin yüzde 90’ı tarıma gidiyor. On yıllardır süren sübvansiyonlar sayesinde çiftçiler suyu ve elektriği neredeyse bedava kullanıyor; bu da israfı ve verimsizliği körüklüyor. BM verilerine göre İran’ın sulama sistemlerinin verimliliği yüzde 35–40’ı geçmiyor; geri kalan su ya yolda buharlaşıyor ya da toprağa sızıyor.

Üstelik İran’da pirinç, şeker pancarı, pamuk gibi su canavarı ürünler hâlâ destekleniyor. Sonuç: ülkenin barajları kuruyor. Bahtagan Gölü, Hur-ül Azim bataklıkları, Zayende Rud nehri – her yıl haritadan silinen yeni bir su kaynağı ekleniyor. Sistan-Belucistan’daki Hamun gölleri neredeyse yok oldu; Afganistan’dan gelen Hilmend Nehri’nin debisi düştü. Tahran yönetimi, Taliban’ı suyu kesmekle suçluyor, hatta askeri tedbir ima ediyor. Ancak gerçek şu: doğu eyaletleri boşalıyor. On binlerce kişi köylerini terk etti, “ekolojik göçmenler” olarak kentlerin kenar mahallelerine yığıldı. Bugün İran’da yaklaşık 11 milyon insan, kuraklık yüzünden yer değiştirmiş durumda. Bu, yeni bir sosyal fay hattı: işsizlik, yoksulluk, şehir çeperlerinde öfke birikimi.

Kuraklık tarımı vurdukça, İran gıda ithalatına daha bağımlı hale geliyor. 2021–2022 kuraklığında buğday üretimi üçte bir oranında azaldı; hükümet rekor düzeyde tahıl ithal etmek zorunda kaldı. Bu trend sürerse, ülkenin gıda güvenliği fiilen çökecek. Bu sadece ekonomi değil, ulusal gurur meselesi: binlerce yıllık tarım kültürüne sahip İran, artık kendi halkını besleyemez hale geliyor. Ve unutmayalım: Orta Doğu’da gıda fiyatlarındaki her artış, sokakta bir kıvılcım demektir.

Enerji sektörü de su sıkıntısından nasibini alıyor. Hidroelektrik santraller su seviyelerinin düşmesiyle duruyor; 2022 yazında birçok GES tamamen kapanmıştı. Termik santraller için soğutma suyu bulunamıyor. Dolayısıyla ülke, dev petrol ve gaz rezervlerine sahip olmasına rağmen, halkını sıcakta elektriksiz bırakıyor. Bu tablo, iktidara olan güveni doğrudan aşındırıyor.

Su isyanları ve ekolojik öfke

Üçüncü cephe, toplumun sinir uçlarında. Son yıllarda İran’da yaşanan protestoların çoğunda doğrudan tetikleyici ekonomik veya politik görünse de, zemininde çevresel çaresizlik yatıyor. 2017–2018 gösterilerinde küçük şehirlerde atılan sloganlar açık ve sade: “Su istiyoruz!” 2019’daki benzin zamlarıyla patlayan isyanlarda da kurak bölgeler ön plandaydı. Huzistan’ın Mahşehr kentinde, su yoksulluğu içindeki halkın güvenlik güçleri tarafından bataklıklarda katledilmesi, rejimin bu krizi nasıl bir tehdit olarak gördüğünün göstergesiydi.

2021 yazında Huzistan yine ayaktaydı. Nehirleriyle tanınan, petrol zengini bu eyalette 50 derece sıcaklıkta musluklar kuruyunca, sokaklar “Su, su!” sloganlarıyla doldu. Gösteriler kısa sürede siyasal tona büründü; en az birkaç kişi öldü, yüzlercesi gözaltına alındı. Rejim, yangını söndürmek için milyarlarca riyali su projelerine aktarmak zorunda kaldı. Su protestoları artık İran’da yeni bir siyasi gerçekliktir.

Eşitsizlik ve ekolojik adaletsizlik

Su kıtlığı ve çevre krizi, aynı zamanda ülke içindeki eşitsizlikleri büyütüyor. En ağır darbeyi alan Sistan-Belucistan, Kirman, Yezd, Hamedan gibi bölgeler hem ekonomik olarak zayıf hem de etnik ve mezhepsel azınlıkların yaşadığı yerler. Bu topluluklar, suyun ve kaynakların “merkeze”, yani Fars bölgelerine aktarıldığına inanıyor. Su transfer projeleri – örneğin Karun Nehri’nden Yezd’e, Dez’den merkez eyaletlere yapılan yönlendirmeler – çiftçilerin ve yerel halkın öfkesini patlatıyor.

2021’de İsfahan’da kuruyan Zayende Rud’un yatağında kamp kuran çiftçilerin, çatlak toprağın ortasında “Suyumuzu geri verin” diye bağırması, ülkenin ruh halini özetliyordu. Aynı zamanda bir simgeydi: su, artık sadece yaşam değil, adalet meselesi.

Huzistan’daki Arap topluluklarında yaygınlaşan “Suyumuz merkeze, hastalık bize” söylemi, ekolojik adaletsizliğin etnik, sınıfsal ve tarihsel kırgınlıklarla birleştiğinde nasıl patlayıcı bir karışım yarattığını gösteriyor. Kısacası, İran’da ekoloji artık sadece çevre değil; devletin meşruiyetini, toplumun birliğini ve rejimin geleceğini belirleyen ana eksenlerden biridir.

Toplumsal sözleşme tehdit altında

İran’daki ekolojik kriz artık yalnızca çevreyi veya ekonomiyi değil, doğrudan rejimin dayandığı toplumsal sözleşmeyi de sarsıyor. 1979 devriminden bu yana mollalar rejimi, meşruiyetini üç temel vaade dayandırdı: bağımsızlık, ahlaki düzen ve halkın asgari refahı. Ancak barış zamanında bile devlet halka temiz hava, içme suyu ve elektrik sağlayamıyorsa, doğal olarak şu soru gündeme geliyor: böyle bir iktidar hâlâ meşru mu?

Tahranlılar arasında artık acı bir mizah var: “Biz düşmanın bombalarından korktuk, ama sonunda kendi dumanımızda boğulduk.” Halk, milyarlarca doların füzelerle ve dış operasyonlarla harcandığını görünce öfkeleniyor: “Filistin’e silah, Lübnan’a yardım yerine, neden kendi nehirlerimizi ve boru hatlarımızı onarmıyoruz?” Bu eleştiriler en çok şehirli orta sınıf ve iyi eğitimli gençlerde yankı buluyor; çünkü onlar başka ülkelerin sorunları nasıl çözdüğünü görüyorlar.

Hatta bazı din adamları bile endişelerini dile getirmeye başladı. 2023’te etkili Ayetullah Makarim Şirazi, “kuraklık ve toz, kötü yönetimin ilahi bir cezasıdır” dedi. Bu tür sözler sembolik olsa da, ekolojik krizin artık toplumun ortak bilincine yerleştiğini gösteriyor.

Ekolojik güvenlikten siyasal güvenliğe

İran’daki çevre felaketi artık sadece doğa meselesi değil; ülkenin iç istikrarını, ulusal güvenliğini tehdit eden bir olgu. “İnsani güvenlik” kavramına göre bir devletin güvenliği, yalnızca savaşsızlıkla değil, halkını açlık, hastalık ve çevresel felaketlerden koruma kapasitesiyle ölçülür. Bu ölçüte göre İran, bugün kendi vatandaşları için güvenli bir ülke değildir.

Eski çevre dairesi başkan yardımcısı ve dünyaca tanınan su uzmanı Kaveh Madani, durumu net özetliyor: “İran bir ‘su iflası’ yaşıyor – yıllarca süren kötü yönetimin, iklim değişikliğinin ve kuraklığın sonucu.” Ve uyarıyor: “İnsanlar susuz ve elektriksiz kalırsa, İran’ın düşmanlarının bile hayal edemeyeceği güvenlik krizleri çıkar.”

Gerçekten de, 40 derecelik sıcakta elektrik kesintileri veya musluklardan su akmaması, sokak öfkesini tetikliyor. 2022 yazında Kerrec ve Şiraz’da yaşanan karartmalardan sonra halk sokağa dökülmüştü.

Sopa doğayı durduramaz

İran güvenlik aygıtı – Devrim Muhafızları, polis, istihbarat – yıllardır politik muhalefeti bastırmaya alışkındı. Fakat şimdi karşısında yeni bir düşman var: kuraklık, toz, sıcaklık. Bunları copla durduramazsınız. Üstelik su isteyen halkı dövmek, rejimin meşruiyetini kendi tabanında bile aşındırıyor.

Ortaya çıkan şey “rejimin ekolojik ikilemi”: Sorunu kabul etmek zayıflık göstergesi, reddetmek ise halkı öfkelendiriyor. Bu yüzden devlet söylemi değişti. Eskiden çevreyi gündeme getirenleri “Batı ajanı” ilan eden medya, artık kendisi ürkütücü rakamlar yayımlıyor. Sağlık Bakanlığı’nın son raporuna göre, sadece hava kirliliği yüzünden yılda 58.975 kişi ölüyor.

Ama şeffaflık başka bir korku doğuruyor: Bir yetkili televizyonda “kışın yağmur yağmazsa başkenti tahliye etmek zorunda kalabiliriz” dediğinde, milyonlarca insanın aklına aynı soru geliyor: Devletin B planı var mı?

Elit çatışması ve “su mafyası”

Ülkede giderek daha fazla uzman, su krizinin arkasında bir “su mafyası” olduğunu söylüyor – üst düzey bürokratlar, müteahhitler ve Devrim Muhafızları’na bağlı inşaat devleri.

En çarpıcı örnek: Karun Nehri üzerindeki Gotvand barajı. Proje sırasında tuz tabakaları temizlenmeden baraj gövdesine dahil edildi ve bugün tüm nehir zehirli tuzlu suya dönüştü. Projeyi yürüten “Khatam el-Enbiya” şirketi uyarıları dinlemedi, ama kimse hesap vermedi.

Reformist Etemad gazetesi açıkça diyor: “İklimi siyasete kurban ettiler.” Muhafazakârlar ise suistimali inkâr etmek yerine işi dine bağlıyor: “Dua edin, suyu israf etmeyin.” Böylece suç halka yükleniyor, yönetenler aklanıyor. Ancak halk görüyor: devlet kurumlarında ışıklar sönmüyor, jeneratörler çalışıyor, havuzlar dolu; fedakârlık istenenler her zamanki gibi yoksullar.

Yavaş çürüme sendromu

Ekolojik baskı artık İran’daki sistemin içten çürümesini hızlandırıyor. Belki yarın devrim olmayacak, ama güven erozyonu kalıcı hale geliyor.

Asıl tehlike, krizlerin çakışması: aynı anda toz fırtınası, kuraklık ve enerji kesintisi yaşanırsa, rejimin kontrol kapasitesi çöker. Ayrıca çevresel çöküş, ülkenin geleceğini de kemiriyor: kirli hava, kirli su, zayıf sağlık sistemi, düşük eğitim kalitesi.

İsfahan’da son yıllarda multipl skleroz vakalarının artışı, bazı araştırmacılara göre termik santrallerin ağır metal atıklarıyla doğrudan bağlantılı. Böyle bir toplum, ne ekonomik kalkınma üretebilir, ne de siyasal değişim. İran, “düşük yoğunluklu çürüme” dönemine girmiş durumda – açık çöküş değil ama sessiz bir çözülme.

Jeopolitik boyut: kriz sınır tanımıyor

İran’daki ekolojik istikrarsızlık bölge için de tehdit. Merkezi otoritenin zayıflaması, radikal gruplar için fırsat demek. Belucistan’da kuraklığın derinleşmesiyle birlikte Sünni militanların yeniden güçlenmesi tesadüf değil.

Uzun vadede, çevresel göç dalgaları kuzey ve batı sınırlarına yönelebilir: Azerbaycan, Türkiye ve Körfez ülkeleri ilk etkilenecekler. İran’dan yükselen toz bulutları şimdiden BAE’ye ulaşıyor; Fırat ve Dicle’nin azalması, İran–Irak–Türkiye hattında yeni su kavgaları yaratıyor.

Büyük güçler – ABD, Rusya, Çin – için de İran’daki iç zayıflama bir denge krizidir.

Azerbaycan açısından ise bu, doğrudan ulusal güvenlik meselesidir. Güney sınırında istikrarlı bir İran; temiz Hazar, güvenli Araz ve Kür nehir sistemleri, çevre felaketlerinden arınmış sanayi bölgeleri demektir. Bu nedenle Bakü, önümüzdeki dönemde Tahran’la “ekolojik diplomasi”yi güçlendirmek zorunda kalabilir – hem dayanışma hem de kendi güvenliği için.

Sonuçlar ve öngörüler

İran, ekolojik dayanıklılık sınırına dayandı ve bu eşik, ülkenin toplumsal ve siyasal taşıma kapasitesinin sınırlarıyla neredeyse birebir çakışıyor. Ortaya çıkan tablo net: karşımızda tekil bir çevre sorunu değil, birbirini tetikleyen ve uzun vadede iç istikrarı kemiren tehditler zinciri var.

Her şeyden önce, toplumsal refahın zemini aşınıyor. Nefes almak hastalık riski, her kurak sezon muslukların boşalması tehdidi anlamına geliyorsa, toplum kronik stres rejiminde yaşıyor demektir. Bu durum, devlete atfedilen temel rolü sorgulatıyor: halk, yöneticiyi koruyucu değil, yetersiz ya da kayıtsız bir mekanizma olarak algılamaya başlıyor. Eskiden rejim, ekonomik manevra alanıyla bu rahatsızlığı tamponlayabiliyordu: sübvansiyonlar, görece ucuz sağlık ve eğitim, temel ihtiyaçların “idare edilir” düzeyde karşılanması. Şimdi ise tablo başka: reel gelirler eriyor, enflasyon yüksek, и hane halkı bütçesine su depoları, filtreler, tedavi masrafları ekleniyor. Sabır marjı hızla daralıyor.

İkinci kritik başlık, yerel felaketlerin ulusal krize eklemlenme riski. İklim projeksiyonları, İran’ı önümüzdeki yıllarda daha uzun kuraklık dönemleri, daha kavurucu yazlar ve daha dengesiz yağış rejimiyle karşı karşıya bırakıyor: bir yerde sel, başka yerde kıtlık. Bu, sorunların coğrafyasının genişleyeceği anlamına geliyor. Bugün daha çok güneybatı ve merkezi plato vuruluyorsa, yarın su sıkıntısı kuzeydeki yoğun nüfuslu alanlara da sıçrayabilir.

Sinyaller şimdiden ortada. Ülkenin ikinci büyük kenti Meşhed’de bu sonbahar baraj doluluk oranının yüzde 3’ün altına düşmesi, yer yer kota usulü su dağıtımının konuşulması, “istisna” değil, yaklaşan düzenin habercisi. Benzer şekilde, ağır smog artık sadece Tahran ve klasik sanayi şehirlerinin değil, orta ölçekli kentlerin de günlük gerçeği haline geliyor. Kriz yayıldıkça, daha önce siyaseten pasif, rejime mesafeli ama sessiz kesimler de doğrudan etkileniyor; bu da ekolojiyi, belirli ideolojik grupların değil, toplumun tamamının ortak meselesine dönüştürüyor. Bu ortaklık, bir noktadan sonra ortak öfkeye dönüşebilir.

Üçüncü unsur, İran elitinin içindeki geç kalmış muhasebe. Öncelikler değişiyor, ancak bunun hızının felaketi durdurmaya yetip yetmeyeceği belirsiz. Bir yanda, fiili iktidar odağı konumundaki yönetim, ekolojik krizin politik patlamaya dönüşmesini önlemek için “yeşil vitrin” projeleri açıklıyor: dört yılda 1 milyar ağaç dikmeyi hedefleyen kampanyalar, Basra Körfezi kıyısında tuzdan arındırma tesisleri, iç bölgelere su transfer projeleri. Kağıt üzerinde iddialı; pratikte sınırlı.

Uzman hesapları net: deniz suyunun arıtılması ve yüzlerce kilometre içeri taşınması, yerel kaynakların rasyonel kullanımından birkaç kat daha pahalıya gelecek ve 2040’lara kadar mevcut tüketimin küçük bir bölümünü karşılayabilecek. Ama şu ayrıntı önemli: artık Devrim Muhafızları’nın üst düzey komutanları da tuzdan arındırma teknolojilerini, iklim ve su dosyasını toplantı gündemine alıyor. Stratejik akıl, kuraklığın füze programına, savunma sanayine, enerji hatlarına doğrudan tehdit oluşturduğunu fark etmeye başlıyor. Kapalı kapılar ardında sık sık dile getirilen o ironik cümle durumu özetliyor: İran’ın en tehlikeli düşmanı dışarıda değil, içeride – su kıtlığı ve toz fırtınaları.

Bu farkındalık kalıcı hale gelir ve karar vericilerin zihniyetine gerçekten yerleşirse, kaynakların bir bölümünün güvenlik ve ideolojik projelerden çevresel güvenliğe kaydırılması kaçınılmaz olacak. Ancak sistemin ataleti, kurumlar arasındaki çıkar çatışmaları, petrol ve inşaat lobileri, yarı-askeri ekonomik yapıların direnç noktaları düşünüldüğünde, hızlı ve radikal dönüşüm senaryosu hâlâ düşük olasılık bölgesinde.

Kara senaryo: yavaş boğulma

Mevcut gidişat değişmezse konuştuğumuz şey ani bir çöküş değil, “yavaş boğulma” modeli. Önümüzdeki 10–15 yılı düşünelim: Her yıl biraz daha az yağmur, biraz daha fazla smog, birkaç bin kişilik ek ölüm, birkaç yüz köyün daha terk edilmesi, biraz daha pahalı gıda, biraz daha büyük beyin göçü. Devlet her seferinde geçici, vitrinlik önlemlerle yanıt verir: yeni bir boru hattı, birkaç mobil su tankeri, zaman zaman araç yasağı, maskelerin dağıtılması, sembolik ağaç kampanyaları. Fakat sistematik planlama ve şeffaflık olmayınca kriz kümülatif hale gelir.

Belli bir eşiği aştıktan sonra, merkezî idare bazı bölgeleri fiilen kontrol edemez duruma gelebilir. Bu, iki olası patika açar: kontrolsüz iç göç dalgası – özellikle merkezi plato ve bazı büyük kentlerin kısmi boşalması – veya kaynaklar için lokal çatışmalar: aşiretler, etnik gruplar, komşu iller, hatta güvenlik birimlerinin kendi aralarında bile gerilim. Böyle bir tabloda İran, bölgesel güçten, dış aktörlerin üzerinde hesap yaptığı kronik kriz sahasına dönüşür. Sınır ötesi istikrarsızlık, mülteci akınları, organize suç ve radikal ağların güçlenmesi bu senaryonun doğal uzantısı olur.

İkinci yol: ekolojik zorunluluktan siyasi revizyona

Daha iyimser bir senaryo da masada, ancak onun gerçekleşmesi için bugünkü elitin kendi konfor alanını zorlaması şart. Ekolojik çöküş, rejimi uluslararası izolasyonu kısmen yumuşatmaya, iklim ve çevre başlıklarını pazarlık masasına taşımaya zorlayabilir. Çatışmalı taraflar için bile ortak çıkar alanı olan nadir dosyalardan biri: su, hava, toz. Buradan teknik işbirliği, teknoloji transferi, fon mekanizmaları, veri paylaşımı, sınır aşan toz ve su yönetimi anlaşmalarına giden bir koridor açmak mümkün.

İçeride ise gerçek bir “ekolojik modernizasyon” konseptine ihtiyaç var: su kayıplarını azaltan altyapı yenilemeleri, ciddi arıtma yatırımları, fosil yakıta dayalı ulaşımın kademeli elektrifikasyonu, özellikle de tarımda radikal reform. Su yutan ürünlerin kurak bölgelerden çekilmesi, damla sulamanın standart haline getirilmesi, verimsiz alanların kontrollü biçimde üretim dışına çıkarılması… Bunun için sübvansiyon rejiminin baştan aşağı değişmesi gerekecek. Su ve enerji bedava kaldıkça, hiçbir rasyonel su politikası çalışmaz. Planlı ve tazminatlı yeniden yerleşim programları, kaotik iklim göçüne göre daha acımasız değil, tam tersine daha insani olacaktır.

Kurumsal boyutta, çevre yönetimini bakanlıklar arası çekişmenin ötesine taşıyan, projelere veto yetkisi olan güçlü bir koordinasyon otoritesi şart. Ve en kritik nokta: uzmanları ve çevre hareketini düşman değil, kaynak olarak görmek. Bilim insanları ve yerel inisiyatifler sisteme entegre edilmeden, hiçbir “yeşil dönüşüm” gerçek olmayacak.

Zaman faktörü ve ders İrana kalmamalı

Sorun şu ki, İran’ın manevra alanı daralıyor. Yeraltı su rezervleri, toprak çökmesi, çölleşme gibi bazı süreçler artık geri döndürülemeyecek eşiği çoktan geçti; bundan sonra yapılabilecek olan, sadece hasarı yavaşlatmak. Bugün alınacak doğru kararların bile elle tutulur sonucu ancak 5–10 yıl sonra görünür olacak. Bu da şu gerçeği dayatıyor: ближайшие годы kaçınılmaz olarak zor olacak. Toz yarın durmayacak, barajlar bir kışta dolmayacak.

İran örneği, bölge ülkeleri için çıplak bir uyarı levhası. Ekolojik dosyayı, güvenlik ve ekonomi dosyasından ayrı tutan her devlet, aynı duvara toslama riskiyle karşı karşıya. İran, hem sanayileşmiş, şehirleşmiş, eğitimli bir topluma sahip, hem de altyapı ve yönetim kalitesi açısından “gelişmekte olan ülke” kırılganlıklarını taşıyor. Tam da bu hibrit yapı nedeniyle, küresel iklim baskıları altında neyin yanlış gidebileceğini gösteren bir stres testi işlevi görüyor.

Azerbaycan başta olmak üzere komşu ülkeler için rasyonel sonuç net: kendi su yönetimi, enerji dönüşümü, şehir planlaması ve sınır aşan çevre işbirliğini bugünden güçlendirmek, yarın İran’ın yaşadığı türden yapısal çöküşle yüzleşmemek için stratejik zorunluluk. Bu sadece “yeşil gündem” değil, doğrudan ulusal güvenlik meselesi.

Kısa vadeli projeksiyon ise şöyle okunabilir: Tahran yönetimi, gerçek ve sembolik adımlarla, başkent boşaltma gibi aşırı hamlelerden kaçınmaya çalışacak. Bölgesel su transferleri, kota uygulamaları, dönemsellik gösteren araç yasakları, okulların ve kamu ofislerinin geçici kapanması gibi “yangın söndürücü” tedbirler sürecek. Orta vadede Çin ve Rusya üzerinden altyapı ve teknoloji paketleri devreye girebilir; bu işbirlikleri daha çok jeopolitik ve ticari saiklerle gelecek, ama belli teknik rahatlamalar sağlayacaktır.

Uzun vadede ise asıl belirleyici faktör, ekolojik baskının iç siyasette ne tür kırılmalara yol açacağı olacak. Çevre krizinin doğrudan “siyasi slogan” olması gerekmiyor; fakat artan maliyetler, sağlık felaketleri, adaletsizlik algısı, diğer toplumsal taleplerle birleştiğinde, elit içinde daha esnek ve rasyonel bir çizgiyi öne çıkmaya zorlayabilir. O noktada ekoloji, rejim tartışmasının merkezindeki sessiz ama belirleyici başlık haline gelir: ya sistem kendini çevresel gerçekliğe uyarlamayı öğrenir, ya da çevre, sistemi yavaş ama kesintisiz biçimde aşındırmaya devam eder.

Öneriler: sürdürülebilirliğe giden yol

İran’ın içine sürüklendiği ekolojik kriz, artık “teknik sorun” ya da “hava-su dosyası” olmaktan çıktı; rejimin ömrünü, ekonominin direncini ve toplumun dayanıklılığını belirleyen stratejik parametreye dönüştü. Bu tabloyu tersine çevirmek için, hem içerideki karar vericilere hem de dış aktörlere hitap eden, think tank mantığında somut öneriler gerekiyor.

Ekolojiyi devlet güvenlik doktrininin merkezine alma

İran yönetimi çevre krizini açık ve resmi biçimde ulusal güvenlik tehdidi olarak tanımlamalı ve bunun üzerinden yeni bir devlet politikası inşa etmeli.

Bu çerçevede:
– 5–10 yıllık ufka sahip “Ulusal Ekolojik Güvenlik Stratejisi” hazırlanmalı; hava kirliliğinin azaltılması, su dengesinin istikrara kavuşturulması, toprak ve ekosistemlerin korunması için ölçülebilir hedefler konulmalı.
– Bu strateji, en üst düzeyde – rehberlik makamı dahil – siyasi taahhütle desteklenmeli.
– Uygulama, dağınık bakanlık yapısına bırakılmamalı; doğrudan merkeze bağlı, kriz yönetimi mantığında çalışan, yetkili bir koordinasyon merkezi tarafından yürütülmeli.

Bu adım, hem iç kamuoyuna “dosyayı ciddiye alıyoruz” mesajı verir, hem de dış ortaklar için İран’ı öngörülebilir bir müzakere aktörüne dönüştürür.

Kurumsal reform ve radikal şeffaflık

Sürdürülebilir dönüşüm için “kağıt üzerindeki kurumlar”dan fazlası lazım.

– Bağımsız bir “Ulusal Sürdürülebilir Kalkınma Yüksek Konseyi” kurulmalı: içinde bilim insanları, mühendisler, eyalet temsilcileri, yerel çevre inisiyatifleri yer almalı.
– Bu organ; büyük barajlar, su transferleri, ağır sanayi ve enerji projeleri gibi kritik dosyalarda bağlayıcı görüş ve fiili veto hakkına sahip olmalı – tıpkı Ulusal Güvenlik Konseyi’nin savunma dosyalarındaki ağırlığı gibi.
– Her üç ayda bir, eyalet bazında hava kalitesi, su rezervleri, yeraltı su seviyeleri, toprak erozyonu ve sağlık etkileri hakkında ayrıntılı raporlar kamuoyuna açıklanmalı. Veriler manipüle edilmeden, online erişilebilir, haritalı formatta sunulmalı.

Şeffaflık iki iş görür: toplumsal güveni kısmen tamir eder ve siyasi elitin, bilimin uyarılarını artık görmezden gelmesini zorlaştırır.

Su yönetiminde devrim: verimlilik eksenli model

İran’ın kırılgan noktası su. Burada “çok al, çok harca” mantığından vazgeçip, santimetrekare hesabıyla verimlilik çağına geçmek zorunlu.

– Geleneksel salma sulama yerine damla, yağmurlama, yeraltı sulama teknikleri yaygınlaştırılmalı; açık kanallar kapalı sistemlere dönüştürülerek buharlaşma ve sızıntı kayıpları minimuma indirilmeli.
– Tarımsal üretim haritası yeniden çizilmeli: su tüketimi yüksek ürünler (pirinç, yonca vb.) kurak iç bölgelerden kademe kademe daha nemli kuzeye kaydırılmalı; kurak bölgelerde fıstık, safran, sorgum, zeytin, modern seracılık gibi su-verimli modellere geçiş teşvik edilmeli.
– Tarım suyu için kademeli tarife getirilmeli: temel üretimi güvence altına alan düşük kademeye sübvansiyon, onu aşan tüketime ise artan oranlı fiyat. Böylece israf cezalandırılır, küçük üretici korunur.
– Bu dönüşümden olumsuz etkilenecek çiftçiler için yeniden eğitim programları, gelir destekleri ve gönüllü yeniden yerleşim paketleri hazırlanmalı; aksi halde su reformu yeni bir sosyal patlama dosyasına dönüşür.

Su ekosistemlerini koruma ve geri kazanım

Yeni baraj fetişine son verip, önce mevcut hasarı durdurmak şart.

– Büyük ölçekli yeni baraj projelerine, bağımsız çevresel etki analizi tamamlanana kadar moratoryum ilan edilmeli.
– Devamında, suyu nehirden koparan mega projeler yerine, “doğaya yakın” çözümler öne çıkarılmalı: sulak alanların rehabilitasyonu, doğal taşkın ovalarının geri kazanımı, küçük taşkın depolama yapıları, yeraltı barajlarıyla akiferlerin beslenmesi.
– Urmiye ve diğer kritik göller için “kurtarılabilir alan” yaklaşımı benimsenmeli: bütününü kurtarmak mümkün değilse bile, en azından belirli bir havza parçası için su akışı garanti edilerek toz fırtınalarının ve tuz fönü etkisinin önüne geçilmeli.
– Su tahsisinde adalet ilkesi netleşmeli: ağır kuraklık dönemlerinde yük, sadece periferideki eyaletlere yıkılmamalı; kesintiler oransal biçimde tüm bölgelerde paylaştırılmalı. Bu, “su bizi cezalandırıyor, onları değil” algısını kırar ve etnik/bölgesel gerilimi azaltır.

Smogla mücadele ve yeni ulaşım paradigması

“Temiz nefes programı” mantığıyla, şehirleri motor egzozundan adım adım kurtaracak bir paket gerekiyor.

– Kademeli hurda programı: eski otomobiller, ağır dizel araçlar ve özellikle iki zamanlı motosikletler için satın alma, hurdaya ayırma ve yerini daha temiz araçlarla değiştirme teşvikleri.
– Büyük şehirlerde elektrikli otobüs, metro, hafif raylı sistem yatırımlarına hız verilmesi; özel araç kullanımını ekonomik ve pratik açıdan ikinci plana itecek bir toplu taşıma ağı.
– Tüm rafinerilerde düşük kükürtlü yakıt standardına geçiş; kentsel bölgelerde mazot ve fuel-oil kullanımının sıkı biçimde yasaklanması. Kış dönemindeki arz riskleri için, komşu ülkelerle elektrik-doğalgaz takası ya da sınırlı süreli düşük kükürtlü yakıt ithalatı gibi esnek formüller gündeme alınabilir.
– Kentsel yeşil kuşaklar ve rüzgar kırıcı ağaçlandırma projeleriyle toz tutucu bariyerler kurulmalı; burada önemli olan slogan değil, yerel ve dayanıklı türlerle sürdürülebilir bakım.
– Şehir genelinde gerçek zamanlı hava kalitesi izleme ağı kurularak veriler halka açılmalı; kritik eşikler aşıldığında otomatik olarak devreye giren “kırmızı kod” protokolleri (trafik kısıtlaması, okul tatili, kamuda uzaktan çalışma vb.) tanımlanmalı.

Enerji dönüşümü: fosil gücü kullanarak temiz sisteme geçiş

İran, elindeki hidrokarbon servetini kısa vadeli rahatlama için yakmak yerine, kontrollü bir geçişin finansmanına çevirebilir.

– Güneş ve rüzgar enerjisinde bölgesel ölçekte iddialı hedefler koymak mümkün: çöl kuşaklarında büyük ölçekli güneş tarlaları, belirlenmiş rüzgar koridorlarında modern türbinler.
– Yaptırımlar çerçeveyi daraltsa da, Çin başta olmak üzere bazı aktörlerle teknoloji ortaklığı kurarak panel ve türbinlerin yerli üretimi hedeflenebilir.
– 2030 ufkunda, yenilenebilir kaynakların elektrik üretimindeki payını en az yüzde 5–10 bandına taşıyacak bağlayıcı hedefler belirlenmeli; bu hedeflere ulaşmayı enerji şirketleri ve ilgili kurumlar için performans kriterine dönüştürmek gerekir.
– Paralel olarak enerji verimliliği cephesinde sert önlemler: eski beyaz eşya ve sanayi ekipmanlarının dönüşümü, binalarda ısı yalıtım standartları, iletim hatlarındaki kayıpların azaltılması. Bu tür yatırımlar, siyasi risk üretmeden hem emisyonu hem faturayı düşüren en hızlı araçtır.

Toplumsal katılım ve dış ortaklarla akıllı işbirliği

Gerçek dönüşüm, sadece fermanla gelmez.

– Çevre bilimciler, mühendisler, üniversiteler, yerel inisiyatifler ve profesyonel STK’lar, devletin “potansiyel tehditleri” değil, kriz yönetimindeki stratejik ortakları olarak görülmeli. Onların önerilerini kurumsal mekanizmalara entegre eden bir istişare sistemi kurulmalı.
– Ekolojik gündem, ideolojik kamplaşmayı aşan ortak bir milli dosya olarak çerçevelenebilir: yaratılışın korunması söylemiyle dindar kesime, yaşam kalitesi ve modernleşme söylemiyle seküler orta sınıfa aynı anda hitap edebilir.
– Dışarıda ise, çevre ve iklim başlıkları, İран’ı bölgesel işbirliği formatlarına bağlamak için kullanılabilir: toz fırtınaları, sınır aşan sular, Hazar ekosistemi ve yenilenebilir enerji yatırımları gibi alanlarda Azerbaycan, Türkiye, Körfez ülkeleri ve uluslararası finans kuruluşlarıyla hedefe dönük programlar tasarlanabilir.

Stratejik öz, şöyle özetlenebilir: İran’ın ekolojik krizini görmezden gelmek, rejimi olduğu kadar bölgeyi de uzun vadeli bir istikrarsızlık döngüsüne kilitler. Bu krizi ciddiye alıp yapısal dönüşümü başlatmak ise, içeride rejimin meşruiyetini kısmen onarma, dışarıda ise kontrollü normalleşme kanallarını açma fırsatı sunar. Tercih, Tahran’daki karar vericilerin hızında ve cesaretinde yatıyor; zaman ise artık onların tarafında değil.

Hedefli sosyal destek ve eğitim

İran, su, enerji ve yakıt fiyatlarını gerçek maliyet düzeyine yaklaştırmak istiyorsa, bunu sosyal adalet zemininde yapmalı. Aksi takdirde, ekonomik rasyonalite adına atılan adımlar, halk nezdinde siyasi meşruiyeti daha da aşındırabilir.
Çözüm: adresli sübvansiyon sistemi. Her hane halkına belirli bir asgari su ve elektrik hakkı – örneğin ayda 10 m³ su ve 200 kWh enerji – düşük tarifeden tanınmalı; bu miktar devlet tarafından sübvanse edilmeli. Fazla tüketim ise yüksek kademeden ücretlendirilmeli. Böylece hem tasarruf teşvik edilir hem de yoksul kesimler korunur.

Eş zamanlı olarak ekolojik eğitim seferberliği başlatılmalı: okullarda çevre bilinci dersleri, medyada kaynakların korunmasına dair kampanyalar (“Her damla su değerlidir”, “Bir ağaç, toza karşı en iyi dosttur” vb.). İran halkı, kurak topraklarda yaşamanın binlerce yıllık kültürünü taşıyor; kadim kanat sistemleri ve Fars bahçeleri bunun sembolü. Bu kültürel hafızaya yeniden seslenmek, toplumda hem moral hem dayanışma etkisi yaratabilir. Kriz anında “ortak yurtsever görev” hissi, toplumun bağlarını güçlendirebilir.

Bölgesel işbirliğini derinleştirme

İran, ekolojik diplomasiyi yeniden tanımlamalı. Toz fırtınaları, kuraklık ve su yönetimi, artık sınır ötesi tehditlerdir.

– Irak ve Körfez ülkeleriyle ortak tozla mücadele mekanizması kurulabilir: çöl kenarlarında yeşil kuşak projeleri, kurumuş bataklıkların restorasyonu, kum sabitleme programları. BM destekli bölgesel “toz anlaşması” girişimleri bu zeminde canlandırılmalı.
– Afganistan’la, Helmand suyu konusunda karşılıklı fayda esaslı uzlaşma aranmalı: İran, Afgan tarafına modern sulama sistemleri kurma desteği vererek hem akışı güvence altına alabilir hem de gerilimi azaltabilir.
– Türkiye ile Dicle ve Araz nehirleri üzerinde şeffaf veri paylaşımı ve acil su bırakma protokolü geliştirmek, aşağı havzalardaki ekosistemleri korumak açısından kritik.
– Azerbaycan ile Hazar ve sınır suları ekoloji komisyonu kurulması iki taraf için de kazançlı olurdu: petrol sızıntılarına ortak tepki mekanizması, sanayi atıklarının izlenmesi, deneyim paylaşımı. Azerbaycan’ın Sovyet sonrası dönemde edindiği çevre temizliği tecrübesi, İran’ın elini güçlendirebilir.

Uluslararası destek ve yaptırım istisnaları

Küresel aktörler ve uluslararası kurumlar da çevre konusunu siyasetten ayrı değerlendirmeli.
BM, Dünya Bankası, UNDP ve benzeri yapılar, İran için iklim adaptasyonu fonu oluşturabilir. Bu fon, belirli projelere – su arıtma istasyonları, filtre sistemleri, hava kalitesi sensörleri, yenilenebilir enerji pilotları – kaynak aktarır; uygulamayı uluslararası denetimle izler.
Ayrıca, yeşil teknolojiler ve çevre ekipmanları, yaptırım rejimlerinden açıkça muaf tutulmalı: arıtma pompaları, sensörler, atık su sistemleri, düşük emisyonlu sanayi filtreleri gibi ürünlerin ithalatı serbest bırakılmalı.
BM öncülüğünde Azerbaycan, Türkiye ve İran’ı kapsayan Urmiyye Gölü canlandırma programı, çevresel olduğu kadar diplomatik anlamda da güven inşa edici bir proje olabilir.

Sonuç

Ekolojik kriz, İran için yalnızca bir tehlike değil, aynı zamanda bir yeniden doğuş fırsatı. Tarih, ulusların çoğu kez büyük zorlukları aşarken yenilendiğini gösteriyor.
İran halkı ve devleti, bu kez doğaya karşı değil, doğayla birlikte hareket etmeyi başarırsa, ülke “yeşil uyanışın” öncülerinden biri olabilir. Aksi halde, gelecek kuşaklar İran’ı, doğal ve insani sermayesini stratejik körlükle tüketmiş bir medeniyetin trajik örneği olarak hatırlayacak.
Bugün atılacak adımlar, o kaderi yazacak.

Etiketler: