21 yüzyılın şafağında savaş artık tank gürültüsü ya da piyade çığlığı değil. Modern çatışmalar sessizlikte yaşanıyor — pervanelerin vızıltısı, termal kameraların kör bakışı, uyduların mavi parıltısı eşliğinde. Artık ne cephe hattı var, ne eşit ordular, ne de klasik kahramanlar... Çünkü bu çağda kahraman, algoritmanın ta kendisi.
Türkiye, havadaki hâkimiyetin artık milyar dolarlık bütçeler ya da nükleer uçak gemileriyle değil, dijital sistemlerle kazanılacağını ilk fark eden ülke oldu. Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Dendias’ın “Türkiye bir milyondan fazla insansız hava aracı konuşlandırdı” sözü, elbette mecazdı. Ama bu söz, sınırlarının hemen ötesinde şekillenen yeni bir askerî uygarlığın ifadesiydi.
NATO, AB ve Orta Doğu’daki analistler için bu cümle bir uyarı metaforuna dönüştü: Batı’nın burnunun dibinde, yalnızca Ege’de değil, çok daha geniş bir coğrafyada güç dengesini kendi başına belirleyebilen bir teknoloji gücü yükseliyor. Türkiye, dronu bir dış politika aracına, insansız hava aracını ise bir diplomatik eyleme dönüştürdü.
Tarihsel ve siyasi zemin: Ege gerginliğinden drone devrimine
Atina ile Ankara arasındaki tansiyon yeni değil. 1923 Lozan Antlaşması’ndan Kıbrıs krizine, deniz yetki alanı tartışmalarından Ege’deki dönemsel gerilimlere kadar uzanan bir geçmişi var. Ama 21. yüzyılda rekabet başka bir forma büründü. Eskiden gemi sayısıyla ölçülen güç, artık drone sayısıyla ölçülüyor.
2016 sonrasında Türkiye, savunma sanayisinde bağımsızlık hedefini hızla öne çıkardı. Batılı tedarikçilere bağımlılığı kırma kararı aldı. Bu dönüşümün kalbinde mühendis Selçuk Bayraktar’ın öncülüğündeki Baykar Makina programı yer aldı.
Bayraktar TB2, Akıncı, Kızılelma, Anka, Aksungur… Bunlar sadece mühendislik ürünleri değil, bir ekosistem: üretimden eğitime, yazılımdan operasyonel entegrasyona kadar kendi kendine yeten bir millî zincir.
2020’lerde Azerbaycan’ın Karabağ Savaşı’ndaki zaferinde Bayraktar TB2’lerin oynadığı rol dönüm noktası oldu. Dünya ilk kez, sayıca az ama teknolojik olarak üstün bir ordunun, hedefe yönelik düşük maliyetli operasyonlarla beton gibi savunma hatlarını nasıl yıktığını gördü. Bu tecrübe onlarca ülke için ders kitabına dönüştü. Türkiye ise “yeni nesil savaşın ihracatçısı” unvanını kazandı.
SIPRI verilerine göre, 2025 itibarıyla Türkiye dünyanın en büyük beş silah ihracatçısından biri haline geldi; taktik insansız hava araçları pazarında ise payı yüzde 60’ı geçti. Aralarında Polonya’nın da bulunduğu 30’dan fazla ülke Türk dronlarını satın aldı — Polonya, bu alanda Türkiye’den alım yapan ilk AB ülkesi oldu.
Yunanistan açısından bu yalnızca askerî değil, stratejik bir açmaz. Türkiye, Ege adaları çevresinde keşif, gözetleme ve nokta atış kabiliyetine sahipse, mevcut güvenlik mimarisi çöker. Dendias’ın asıl korkusu da bu: makine sayısı değil, ağ etkisi. Türkiye artık her şeyi görebilen bir savunma gözüne sahip.
Savunma teknolojilerinin başkenti: Ankara 21. yüzyılın askerî otonomisini nasıl kurdu
Türkiye, NATO içinde ABD dışında bunu başarabilen tek ülke oldu: insansız sistemlerin neredeyse tüm üretim zincirini — mikroçipten optiğe, mühimmattan yazılıma — millîleştirdi. Bu noktaya üç stratejik adımla geldi.
İlki, sanayi millîleştirmesi. 2010’larda ABD’nin Predator dronlarını satmayı reddetmesinin ardından Ankara hedef koydu: “Kritik hiçbir bileşen dışarıdan alınmayacak.” ASELSAN, TAI ve Roketsan gibi devlere milyarlarca liralık yatırım aktarıldı; bu kurumlar üniversiteler ve teknoloji kuluçka merkezleriyle entegre bir ekosisteme dönüştü.
İkincisi, savunma teknolojilerinde modüler entegrasyon. Dronlar bağımsız birer proje olmaktan çıkıp, uydular, iletişim ağları, hava savunma sistemleri ve siber istihbaratı birbirine bağlayan geniş bir platformun parçası haline geldi. Bayraktar TB2, Türkiye’nin ulusal C4ISR (komuta, kontrol, iletişim, bilgisayar, istihbarat ve keşif) ağına tam entegre biçimde çalışıyor. Bu da her dronu “akıllı savaş alanının” bir parçasına dönüştürüyor.
Üçüncüsü, ihracatın egemenlik aracı olarak kullanılması. Türkiye için drone satışı sadece ticaret değil, nüfuz diplomasisi. Azerbaycan, Ukrayna, Katar, Etiyopya, Fas, Pakistan, Suudi Arabistan… Bunlar artık müşteriden çok, Ankara’nın etrafında şekillenen teknolojik bir ittifakın halkaları.
Türk savunma sektörü, Amerikan DARPA modeline benzeyen ama doğulu bir pragmatizmle çalışan bir yapıya sahip. Burada bilim şirketlere değil, devlet stratejisine hizmet ediyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hedefi açık: Türkiye’yi savaş satın alan değil, güvenliği ihraç eden bir ülke haline getirmek.
Görünmez ordular çağı
21 yüzyılın şafağında savaş, gürültülü güç gösterisinden ziyade entelektüel bir yarışa dönüştü. Ordular ağlara, tanklar algoritmalara, savaş alanı ise veri sahasına evriliyor. İşte Bu Bağlamda Yunanistan Savunma Bakanı Nikos Dendias’ın “bir milyon Türk dronu” sözü, korkunun değil, yeni askerî gerçekliğin farkına varmanın metaforu haline geldi.
Ankara’nın dijital caydırıcılık ekosistemi
Ankara, Baykar, Aselsan, Roketsan gibi millî savunma şirketlerini yalnızca silah üreten kuruluşlar olmaktan çıkarıp, istihbarat, komuta, navigasyon, taarruz araçları ve en önemlisi yapay zekayı içeren kapalı bir ekosistem haline getirdi. Bu sistem, veriyi topluyor, işliyor ve sahadaki karar döngüsüne anında geri besleme sağlıyor — savaş artık basit bir ateş gücü meselesi değil, hesaplanan bir süreç.
Ege krizinden dijital cepheye
Yunanistan ile Türkiye arasındaki tarihsel gerilim sınırlar, adalar, hava koridorları ve kıta sahanlığı mücadeleleri gibi somut dayanaklara oturuyordu. Ancak 21. yüzyıl coğrafyayı teknolojinin gölgesine itti: Tartışmalar artık kilometrelerden çok frekans bantları ve veri iletim kanalları etrafında dönüyor.
2020 Karabağ Savaşı’ndan sonra Atina Genelkurmay’ı, Bakü operasyonlarının detaylı bir analizini yaptı. Sonuç çarpıcıydı: Zafer rakamlarla değil, sistemle kazanıldı. Türk dronlarının, istihbarat ağlarına, uydu gözetimine ve topçu koordinasyonuna entegrasyonu “saydam bir savaş alanı” yarattı — bu, Atina için alarm ziline dönüştü.
O andan itibaren Yunanistan teknolojik karşı hamlesini kurgulamaya başladı: önce karşı batarya elektronik harp (REH) sistemleri, sonra ulusal “elektronik kubbe” konsepti. Nihayetinde Dendias’ın “Bayraktar’a karşı dünyanın en iyisi” diye tanıttığı Cantabros projesi gündeme geldi.
Türkiye: güvenliğin fabrikası
Türk dron endüstrisi günümüzde Avrupa’da emsali zor bulunur bir fenomen. Başarısının üç ana ilkesine dayanıyor: egemenlik, ölçeklenme ve algoritmizasyon.
Egemenlik (sovereignizasyon) Batı’ya bağımlılığı reddetmek demek. 2010’larda ABD’nin Predator satmamayı tercih etmesi, Ankara’yı kritik bileşenleri yerlileştirmeye zorladı. Sonuçta havionik, mühimmat, optik ve yazılım üretiminde ciddi bir yerelleşme gerçekleşti.
Ölçeklenme Türkiye’yi bir ihracat gücüne dönüştürdü. Bugün 30’dan fazla ülke Türk insansız hava araçlarını kullanıyor. Sadece Baykar’ın 2024’teki ihracat anlaşmaları 3 milyar doların üzerindeydi. İhracat, sadece gelir değil; teknoloji, standart ve stratejik bağımlılık ihraç etme aracı.
Algoritmizasyon ise savaşı veri süreçlerine dönüştürmek: Türk dronları analiz platformlarına bağlı, komuta merkezlerine gerçek zamanlı veri akışı sağlıyor ve sahadan sanal bir ikiz oluşturuluyor. Türkiye’nin esas yeniliği bu: savaşı hesaplama süreçlerine indirgeyebilmek.
Yunan yanıtı: elektronik kalkan felsefesi
Atina’nın cevabı niteliksel. Türkiye nicelik arttırırken, Yunanistan kalite inşa ediyor. Cantabros projesi, salt bir silah seti değil; dijital savunma bariyerine dair bir ideoloji.
Cantabros; REH araçları, algılayıcılar, yakalama sistemleri ve frekans sinyallerini analiz eden sinir ağlarını birleştiriyor. Temel hedef dronları düşürmek değil, onları kör etmek: iletişim kanallarını ve uydu navigasyonunu bozmak. Yunan stratejisi çok katmanlı bastırma üzerine kurulu — radyo frekansından yapay zekaya kadar uzanan bir dijital zemin inşa etmek. Dendias’ın “akıllı kubbe” vurgusu, bölgedeki güç dengesizliğini telafi etmeye yönelik yeni doktrinin özünü yansıtıyor: sayıyla değil, mantık kırma yeteneğiyle rekabet.
Dronların jeopolitiği: Doğu Akdeniz’in yeni mimarisi
Bölgesel teknoloji yarışı sistemik bir yeniden yapılanmaya dönüşüyor. Ege ve Doğu Akdeniz, üç stratejik modelin çarpıştığı bir sahaya dönüşüyor: Türk teknolojik özerkliği, Yunan dijital savunması ve İsrail’in teknolojik ağırlığı.
İsrail uzun zamandır insansız sistem pazarının zirvesindeydi, ancak Türkiye’nin yükselişi monopolleri sarstı. Ankara, istihbarat işbirliğini sürdürürken ihracat pazarlarında rakip bir aktör olarak konumlandı. Atina ise Fransa, Kıbrıs, Mısır ve ABD gibi müttefik arayışında — fakat bu aktörlerin çıkarları örtüşmüyor: Paris silah satışından, Washington bölgesel denge ve İran’ın caydırılmasından yana.
Türk teknolojik özerkliği etki alanını yeniden dağıtıyor: Afrika, Orta Doğu, Orta Asya’da talep büyüyor. Libya’dan Nijer’e, Azerbaycan’dan Somali’ye Bayraktarlar sadece çatışmıyor; yeni bir politik altyapı inşa ediyor.
Karabağ: yeni askerî paradigmaya katalizör
2020’de Azerbaycan’ın deneyimi, dron stratejisinin etkinliğini ispatlayan bir laboratuvar oldu. Karabağ kampanyası, teknoloji, istihbarat ve siyasi iradenin tek bir entegre sistemde nasıl çalıştığını gösteren bir denemeydi.
Bayraktar TB2 ve İsrailli Harop gibi sistemler yalnızca hedef vurmadı; “tam gözetim” etkisi yarattı ve kamuflaj, mevzii savunma ile mühendislik tabanlı savunma mantığını çöktürdü. Azerbaycan, operatörden uyduya kadar uzanan ağ odaklı bir savaş modeli uyguladı.
Türkiye için bu tecrübe stratejik bir kanıt sundu: otonom sistemler süper güçlerin doğrudan müdahalesi olmadan jeopolitik dengeyi değiştirebilir. Yunanistan içinse bu, komşunun aynı mantığı batı kanadında uygulama potansiyeli olduğu anlamına geliyor.
Karabağ deneyimi üç temel ilkeyi pekiştirdi:
— Asimetri, simetriye göre daha ekonomik: 2 milyon dolarlık bir dron, 50 milyon dolarlık bir hava savunma sistemini etkisiz kılabiliyor;
— Veri entegrasyonu, asker sayısından daha belirleyici;
— Bilgi üstünlüğü artık sadece istihbarat değil, verinin mimarisi.
Bu ilkeler yalnızca Türkiye’nin değil, Batı ittifakının çevresindeki ülkelerin de askeri programlarına etki etti. Azerbaycan, bölgesel teknolojik dönüşümde pasif bir nesne değil, aktif bir özne haline gelerek, yüksek isabetli savaşın ulusal bir projeye dönüştürülebileceğini kanıtladı.
Algoritmaların jeopolitiği
Doğu Akdeniz bugün yalnızca enerji ve toprak anlaşmazlıklarının merkezi değil. Bölge, petrol ve gazın yerini verinin aldığı, yeni bir caydırma modelinin laboratuvarı haline geldi.
Türkiye, müttefiklerine sadece silah değil, bütünsel bir altyapı — istihbarat, uydu haberleşmesi, operatör eğitimi, bakım ve yazılım — sunarak “ihracata dayalı güvenlik modeli” inşa ediyor. Bu, artık sıradan bir silah ticareti değil; karşılıklı bağımlılık yaratan ağların, yani belli türde teknoloji nüfuz bölgelerinin tesis edilmesi demek.
Yunanistan ise bu yayılmayı Batı yapılarıyla entegrasyonla dengelemeye çalışıyor. Cantabros programı, Thales ve Lockheed Martin gibi Fransız ve Amerikalı yüklenicilerin desteğini alıyor. Ancak sorun şu: NATO’nun savunma mimarisi bu tür bir savaş biçimine uygun değil. İttifak, toprak kontrolüne göre şekillenmişti; frekanslar üzerinde kontrol sağlamak üzere tasarlanmamıştı.
Böylelikle yeni bir stratejik ikilem doğuyor: topları atmak yerine haberleşme kanallarının kesildiği çatışmaları nasıl düzenleyeceksiniz? Uluslararası hukuk hâlâ “algoritma savaşı”na hazır değil. Cenevre sözleşmeleri özerk silah tanımına yer vermiyor; drone ihracatını denetleyecek evrensel standartlar yok.
Hukuki ve kurumsal sonuçlar
Önümüzdeki yıllarda BM, AGİT ve NATO, otonom sistemler için hukuki çerçeveler oluşturmak zorunda kalacak. Şu ana kadar girişimler daha çok beyan düzeyinde kaldı. 2023’te BM’nin ölümcül otonom sistemler üzerine hükümet uzmanları grubu “tüm operasyonlarda insan denetiminin korunması” gerektiğini söyledi; fakat bu ifadeyi bağlayacak etkili bir hukuki mekanizma bulunmuyor.
Türkiye, İsrail, Rusya, Çin ve ABD sahada çoktan bir sonraki aşamaya — insan müdahalesi olmaksızın taktik kararlar alabilen otonom çözümlere — geçmiş durumda. Bu da klasik silah kontrol rejimlerini gözden düşürüyor.
Atina, NATO’ya başvurarak “dijital parite” meselesini gündeme taşıyor — sadece silah sayısını değil, sistemlerin özerklik düzeyini de düzenlemenin gerekliliğini vurguluyor. Ancak ittifak içinde, ikinci en büyük kara ordusuna sahip bir ülke olarak Türkiye varken böyle bir düzenlemeyi hayata geçirmek neredeyse imkansız.
Teknolojik diplomasi ve ihracat-imperyalizmi
İnsansız sistemler yeni etki birimi haline geliyor. Türkiye bunları yalnızca silah olarak kullanmıyor; aynı zamanda “yumuşak güç” enstrümanı sayıyor — Afrikalı ve Asyalı devletlere, Batılı tedarikçilerin koşullandırdığı sınırlamalardan arınmış işbirliği modelleri sunuyor.
Örneğin Etiyopya’ya Batılı tedarikçilerin koyduğu kısıtlamalar olmadan drone sağlandı. Azerbaycan ise sadece alıcı değil, teknoloji yerlileştirme ortaklığı yapan bir aktör haline geldi. Baykar ile Azerbaycan Savunma Sanayi Bakanlığı, üçüncü ülkelere ihracat için ortak üretim olasılıklarını zaten görüşüyor.
AB ve Yunanistan için bu durum alarm zili: Ankara, Brüksel ve Washington’dan bağımsız alternatif bir askeri-teknolojik ilişki ağı kuruyor. Bu, XXI. yüzyılın bir tür “ihracat-imperializmi” — yumuşak, nispeten ucuz ama etkin bir nüfuz biçimi.
Stratejik senaryolar
Doğu Akdeniz’i geleceğin çatışma laboratuvarı olarak ele alırsak üç temel senaryo öne çıkıyor.
Birinci senaryo — teknolojik denge.
Yunanistan ve Türkiye, her iki tarafın dijital caydırmasının sınırlarını kabullenerek fiili bir dengeye ulaşır. Bu, NATO çerçevesinde sürekli istişareler ve kazara çatışmaları önleyecek veri paylaşımıyla mümkün olabilir.
İkinci senaryo — ağsal tırmanış.
Ege’de yaşanacak bir yeni olay (örneğin kıyısal hava sahası ihlali) frekans kesintileri ve navigasyon saldırılarının tetiklediği zincirleme bir reaksiyona dönüşebilir. Savaş mermiyle değil, koordinatların sıfırlanmasıyla başlar.
Üçüncü senaryo — stratejik yön değiştirme.
Türkiye teknolojik egemenliğe doğru ilerlemeye ve Azerbaycan, Pakistan ile İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi diğer ülkelerle ittifaklar kurmaya devam eder; böylece alternatif bir askerî-teknolojik blok şekillenir. Yunanistan ise AB ve ABD ile işbirliğini genişleterek Batı teknolojilerine daha fazla bağımlı hâle gelir.
Tahmin ve karar alıcılara öneriler
Temel sonuç şu: Doğu Akdeniz yapısal bir teknolojik rekabet dönemine giriyor. Bu artık klasik anlamda bir silahlanma yarışı değil; yönetim sistemleri, yapay zeka ve veri mimarisinin kapışması.
Azerbaycan için bu dönüşüm yeni fırsatlar sunuyor. Bakü, artık tüketici değil, askerî inovasyonun üreticisi olabileceğini gösterdi. Türkiye ihracat ağı kurarken Azerbaycan, bu ağın entelektüel düğüm noktası — teknoloji, standart ve saha deneyiminin birleştiği merkez — olma potansiyeline sahip.
NATO açısından bu bir meydan okuma. İttifak, caydırma ilkelerini yeniden gözden geçirerek sadece mühimmat ve kuvveti değil, dijital altyapıyı da kapsayacak bir yaklaşım geliştirmeli; aksi hâlde bölgedeki gelecek krizler kontrol dışı kalabilir.
AB için ders açık: teknolojik özerklik gereklidir. Avrupa savunmasını salt bir pazar olarak değil, güç altyapısı olarak görmeye başlamalıdır.
Bölge için nihai ders de nettir: Veriyi kontrol eden, gökyüzünü kontrol eder.
Nikos Dendias’ın “bir milyon Türk dronu” ifadesi artık abartıdan öte bir kehanetin habercisi gibi görünüyor. Türkiye bir makine ordusu değil; etki mimarisi inşa etti. Yunanistan ise silahla değil, algoritmayla karşılık veriyor. Azerbaycan ise teknoloji sayesinde adaleti ve gücü yeniden tanımlayabileceğini kanıtladı.
XXI. yüzyılın özü budur: güç generallerin elinden mühendislerin ellerine kayıyor. Savaş matematiğe, zafer koda dönüşüyor. Bu sessiz göğün kontrolünü ele geçirenler barışın şartlarını belirleyecek.