İsrail’in dünyadan tecrit edilmesi artık sadece diplomatik demeçlerle sınırlı değil; hukuk, ticaret, finans ve sembolik adımlar üzerinden genişleyen bir izolasyondan söz ediyoruz. Yine de “Güney Afrika anı” – yani yaptırımların ve toplumsal baskının sistematik, neredeyse kuşatıcı bir hâl aldığı dönem – henüz gelmiş değil. ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin açık desteği, BM Güvenlik Konseyi’nde Washington’un vetosu ve İsrail ekonomisinin yapısal özellikleri (yüksek hizmet ve teknoloji payı, enerji ihracatının sınırlı rolü) şimdilik fren mekanizması işlevi görüyor. Ama Avrupa’da ve Latin Amerika’da şimdiden istikrarlı “baskı zincirleri” oluştu. Körfez’de ise Hamas liderlerine Doha’da düzenlenen suikasttan sonra mesele artık sadece diplomasinin konusu değil, doğrudan güvenlik başlığına dönüştü. Bu tablo 1980’lerdeki “apartheid karantinası” değil; fakat tekil çıkışların çok ötesine geçmiş durumda.
Filistin’in tanınması ve İsrail’in siyasi tecridi
Son günlerde kritik bir dönemeç yaşandı. 21–22 Eylül 2025’te Birleşik Krallık, Avustralya ve Kanada Filistin Devleti’ni resmen tanıdı; Fransa da 22 Eylül’de aynı adımı atacağını açıkladı. Böylece G7 ülkeleri içinde ilk kez birkaç aktör aynı anda “tabuyu yıkıp” tanımaya geçti. BM Genel Kurulu haftasında kabul edilen “New York Bildirgesi” de bu dalgaya eşlik etti: ateşkesin derhâl sağlanması, rehinelerin bırakılması ve iki devletli çözüme giden yolun açılması çağrısı yapıldı. Artık yeni diplomatik çizgi açık: “Barış, Filistin devletinin kaçınılmazlığı üzerinden inşa edilecek.” Sürecin belgesel çerçevesi Fransız Dışişleri’nin notları ve BM belgelerinde kayıt altına alınmış durumda.
Bununla paralel olarak, İsrail’le ilişkilerini kesen ya da fiilen donduran ülkelerin bloku da büyüyor. Kolombiya 2024’te diplomatik ilişkileri kopardı; Bolivya zaten 2023’te bağlarını kesmişti. Şili ise adım adım geriye çekiliyor; askerî ataşelerini geri çağırdı, işgal yerleşimlerinden gelen ürünlerin ithalatını yasaklama konusunu gündeme aldı.
Hukukun kıskacında: Lahey’den ulusal mahkemelere
İsrail’e karşı hukuk cephesinde üç katmanlı bir tablo var.
İlk olarak, Uluslararası Ceza Mahkemesi. 17 Eylül 2025’te Ön Yargılama Dairesi, Başbakan Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında tutuklama emri çıkardı. “Savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar” şüphesiyle alınan bu karar, iki ismin 124 Roma Statüsü taraf ülkesine seyahatini fiilen riskli hâle getirdi.
İkincisi, BM’nin en yüksek yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı. Güney Afrika’nın açtığı davada iki yıla yaklaşan geçici tedbirler var: insani yardıma erişim sağlanması, soykırım tehlikesi barındıran eylemlerin durdurulması çağrıları. Bunlar cezai yaptırım değil; ancak normatif çerçeveyi kuruyor ve ulusal yasakların dayanağı hâline geliyor.
Üçüncü boyut, ulusal mahkemeler ve ihracat kontrolleri. Hollanda’da Lahey Temyiz Mahkemesi 2024 başında hükümete F-35 parçalarının ihracatını durdurma talimatı verdi, “açık ihlâl riski” vurgusuyla. Kasım 2024’te Yüksek Mahkeme danışmanı bu çizgiyi teyit etti. İngiltere’de ise Haziran 2025’te Yüksek Mahkeme farklı bir yorumla “carve-out” istisnasına izin verdi. Bu ayrışma bile silah tedarik zincirlerinin hukuki savaş alanına dönüştüğünü gösteriyor.
ABD yönetiminin tavrı ise denklemi büsbütün değiştiriyor. Trump Beyaz Sarayı 2025 başında Batı Şeria’daki bazı yerleşimcilerin şiddetine dönük Biden dönemi yaptırımlarını kaldırdı. Aynı yılın Haziran’ında da Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin dört yargıcına yaptırım getirdi. Böylece İsrailli siyasilere dış hukuk alanında kalkan oluşturulurken, evrensel yargı mekanizmalarının caydırıcılığı da törpüleniyor.
Avrupa ekonomisiyle siyasi hesaplaşma: ayrıcalıklardan tarifelere
Avrupa Birliği, İsrail’in en büyük ticaret ortağı. 2024’te mal ticareti 42,6 milyar euroyu buldu: ithalat 15,9, ihracat 26,7 milyar euro. İşte bu yüzden “ekonomik izolasyon” meselesinde AB kilit konumda. Eğer burada sistematik kısıtlamalar başlarsa, etkisi ağır olur.
17 Eylül 2025’te Avrupa Komisyonu çarpıcı bir öneri sundu: Ortaklık Anlaşması kapsamındaki bazı ticari ayrıcalıkların askıya alınması. Bu adım 5,8 milyar euroluk ihracata gümrük vergisi getirecek, yaklaşık 227 milyon euro ek yük yaratacak. Ayrıca aşırı sağcı bakanlar Itamar Ben-Gvir ve Bezalel Smotrich ile bazı yerleşimci liderlere yaptırım önerildi. İlk kez AB kurumsal düzeyde siyasi değerlendirmeyi ekonomik önleme dönüştürmüş oldu. Karar için üye devletlerin onayı şart; Berlin gibi başkentlerin direnci açık. Ancak teklifin resmiyet kazanması bile kırılma noktası.
Tek tek ülkeler daha ileri gidiyor. Belçika Eylül başında kapsamlı paket açıkladı: işgal yerleşimlerinden ürün ithalatı yasağı, İsrail şirketlerinden alımların gözden geçirilmesi, yerleşimci Belçikalılara konsolosluk hizmetlerinde kısıtlama, Ben-Gvir ve Smotrich’e persona non grata ilanı. İspanya ise fiilen silah ambargosu getirdi, Gazze’deki savaş suçlarıyla bağlantılı kişilere giriş yasağı koydu, İsrail’e giden silah gemi ve uçaklarına liman ve hava sahasını kapattı. Bu, diplomatik retorikten öte “insan hakları ekonomisi”nin sahaya inişi demek.
İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar bu girişimlere “ahlaken ve siyaseten çarpıtılmış” diyerek tepki verdi. Ama tam da Avrupa’da kurumsal zincir oluştu: insani raporlar → komisyon önerileri → ulusal yaptırım paketleri.
Spor ve kültür: sembolik baskı yeniden siyasetin merkezinde
2023’te eksik kalan bir boyut şimdi tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyor: sembolik baskı. İspanya Spor Bakanı İsrailli takımların fiilen turnuvalardan men edilmesini gündeme getirdi. UEFA’da ise Euro 2028’in ev sahipliği dosyasında İsrail’in yer alıp almaması üzerine hararetli tartışmalar yaşanıyor. UEFA oylamalarındaki tablo, “Güney Afrika modeli”nin bir hayal olmadığını; uluslararası itibarda geri dönen bir mantığa işaret ettiğini gösteriyor. Buna kültürel boykotlar ve sinema-müzik endüstrisindeki kampanyalar ekleniyor. Evet, kararlar her zaman geçmiyor; evet, mahkemeler bazen akademik boykotları engelliyor. Ama trend artık net.
Enerji ve karşılıklı bağımlılıklar: “Petrol değil” vurgusu
1980’lerin Güney Afrika’sından farklı olarak, İsrail’in elinde Batı’yı köşeye sıkıştıracak petrol ya da doğalgaz kozları yok. Petrol ürünlerinde ihracatçı değil, LNG kapasitesine de sahip değil. Enerji kartı sadece Doğu Akdeniz’deki gaz sahalarına dayanıyor. Bu kaynaklar da esas olarak Ürdün ve Mısır’a yöneliyor, Avrupa’ya doğrudan akmıyor. 2024–2025 döneminde bu ülkelere gaz ihracatı yüzde 13 artarak 13,2 milyar metreküpe ulaştı. Ağustos 2025’te Leviathan konsorsiyumu Mısır’la 35 milyar dolarlık rekor kontrata imza attı, yeni bir boru hattı planını açıkladı. Bu tablo şunu söylüyor: Brüksel en sert tarife adımlarını atsa bile Avrupa’nın enerji güvenliği tehlikeye girmiyor. Yani AB’nin eli siyasi olarak bağlı, ama enerji açısından serbest.
AB için İsrail’in mal ticaretindeki payı sadece yüzde 0,8. Ama İsrail için AB en büyük ortak. Bu yüzden ticari ayrıcalıkların askıya alınması Tel Aviv’i sarsıyor; yüksek teknoloji ve sanayi ihracatını hedef alıyor, ama Avrupa’nın enerji güvenliğini etkilemiyor.
Savaş ekonomisi: borç, notlar ve özel sektör
Çatışmanın maliyeti yüz milyarlarca şekele ulaşmış durumda. İsrail Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığı’na göre 2024 ortasına kadar savaşın faturası 250–300 milyar şekel. 2024’te bütçe açığı yüzde 6,9, kamu borcu ise yüzde 69 civarında. S&P görünümü “negatif”te tutuyor, riskleri savaşın sürmesine bağlıyor. OECD’nin ilkbahar ve yaz raporları 2025 için yüzde 3,3–3,5’lik büyüme öngörse de, “belirsizlik olağanüstü yüksek” deniyor. Yani Tel Aviv’in “yeni ekonomisi” için bu tablo; sermaye maliyetinin yükselmesi, küresel fonların temkinli davranması ve “uyum indirimi”nin derinleşmesi demek.
Güney Afrika anı mı, yoksa farklı bir izolasyon mu?
Apartheid tecrübesi sadece moral ve siyasi seferberlikten ibaret değildi. BM Güvenlik Konseyi’nin 418 sayılı kararı (1977) Güney Afrika’ya silah ambargosunu zorunlu kıldı. ABD 1986’da “Kapsamlı Anti-Apartheid Yasası”nı çıkardı. Commonwealth ülkeleri ve olimpiyat hareketi sert spor boykotları uyguladı. Bu bütüncül ve kurumsal bir yapıydı. Bugün böyle bir mimari yok: BM Güvenlik Konseyi’nde ABD vetosu her şeyi kilitliyor. Bu yüzden baskı yukarıdan değil aşağıdan yukarıya işliyor: Avrupa Komisyonu, ulusal mahkemeler, yatırım fonları, liman sendikaları, spor federasyonları… Ölçek daha küçük ama kapsama alanı daha geniş, çünkü 21. yüzyılın hukuk ve finans mekanizmaları işin içinde.
1980’lerde Güney Afrika’ya en sert darbelerden birini petrol değil, altın da değil; spor ve kültür boykotları vurmuştu. Rugby sahalarına çıkamamak, olimpiyatlardan dışlanmak, uluslararası konserleri kaybetmek ülkeyi dışlanmanın sembolüne dönüştürmüştü. Bugün İsrail’in de aynı trendi hissetmeye başladığı açık.
Eurovision: bir tanınma barometresi
İsrail için Eurovision, sadece bir şarkı yarışması değil; Avrupa ailesinin parçası olmanın sembolü. 1973’ten bu yana dört kez kazandı. Her katılım bir tür siyasi kabul anlamına geldi. Şimdi bu sembol tehdit altında. İrlanda, İspanya, Hollanda ve Slovenya, 2026’daki yarışmaya İsrail’in katılması hâlinde çekileceklerini duyurdu ya da ima etti. Aralıkta karar netleşecek. Ama işin kendisi kadar, tartışmanın kendisi bile bir trendi gösteriyor: kültürel izolasyon artık hayal değil.
Hollywood ve sinema boykotu
Küresel kültür endüstrisinin kalbi ABD’de de boykot çağrıları büyüyor. Bir hafta içinde 4000’den fazla imza toplandı: İsrail yapımcıları, festivalleri ve televizyon kuruluşlarını boykot edin. “Soykırım ve apartheid’a ortak” denilen kurumlara karşı imza atanlar arasında Oscar ödüllü yıldızlar da var: Emma Stone, Javier Bardem ve daha niceleri. İsrailli yapımcıların tepkisi beklenildiği gibi oldu. Film ve Televizyon Yapımcıları Derneği Genel Müdürü Tzvika Gottlieb, “farklı anlatılara ses veren sanatçılara yönelmek hata” dedi. Ama iş artık gişe gelirinden değil; İsrail’in küresel kültürel meşruiyet statüsünden ibaret.
Spor: bisikletten satranca
Spor alanında da baskı artıyor. İspanya’daki Vuelta de España’da Israel-Premier Tech takımına yönelik protestolar yarışın etabını yarıda bıraktırdı, ödül töreni iptal edildi. Başbakan Pedro Sanchez, protestoları “gurur vesilesi” diye niteledi; muhalefet “uluslararası rezalet” dedi. Satranca gelince tablo daha çarpıcı: İspanya’daki bir turnuvada yedi İsrailli satranççı, milli bayrak altında oynamalarına izin verilmediği için çekildi. Bu artık federasyon politikası değil; salonların içinden gelen baskı.
Avrupa liderleri ve AB içindeki baskı
AB içinde de hava değişiyor. 10 Eylül’de Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, “Gazze’deki gelişmeler tüm dünyanın vicdanını sarstı” dedi. Ertesi gün, 314 eski diplomat ve bürokrat, von der Leyen ile yeni dış politika şefi Kaja Kallas’a açık mektup gönderdi. Talep açıktı: İsrail’le Ortaklık Anlaşması’nın tamamen askıya alınması. Bu, sokaktaki aktivistlerin değil, Avrupa dış politikasını onlarca yıl şekillendiren elitlerin sesi. O kesimden gelen bu çağrı, İsrail’le tam bir “boşanmanın” artık kurumsal düzeyde meşrulaşmaya başladığını gösteriyor.
Tel Aviv’in tepkisi ve retoriğin çıkmazı
İsrail’in yanıtı sert. Başbakan Netanyahu, Pedro Sanchez’in sözlerini “soykırım tehdidi” olarak niteledi. Dışişleri Bakanı Gideon Saar, Avrupa’yı “antisemit takıntı”yla suçladı: “İsrail hayatta kalma mücadelesi verirken bile Avrupa önyargıya boyun eğiyor” dedi.
Sorun şu ki bu söylem, İsrail’in her eleştiriyi düşmanlık gören, diplomasi üretemeyen bir ülke olarak algılanmasını pekiştiriyor. Bu, apartheid dönemindeki Güney Afrika’yı hatırlatıyor: 1970’lerde Pretoria da yaptırımları “beyaz azınlığa karşı ırkçılık” diye yaftalıyordu. Sonuçta bu yaklaşım, ülkeyi daha da yalnızlaştırmıştı.
“Diplomasi tsunamisi”: yeni gerçeklik
Bugün yaşanan gelişmeleri İsrail ve dünya medyası “diplomasi tsunamisi” olarak tanımlıyor. Alışılagelmiş krizlerin kulis diplomasisiyle yumuşatılabildiği dönemlerin aksine, şu anda tablo kümülatif bir etki yaratıyor:
– Belçika ve İspanya gibi tekil ülkelerin yaptırımları bir eğilime dönüşüyor.
– Avrupa Komisyonu’nun adımları gelecekteki kararların kurumsal altyapısını oluşturuyor.
– Kültürel ve sportif boykotlar İsrail’in sembolik sermayesini zedeliyor.
– UCM ve BM Adalet Divanı’ndan gelen hukukî baskı manevra alanını daraltıyor.
İşte bu faktörlerin birleşimi, Güney Afrika analojisini güçlendiriyor. Tekil kararlar değil, ülkeyi yavaş yavaş uluslararası topluluktan dışlayan bir “kararlar ağı” söz konusu.
İsrailli diplomatların sesleri: kaygı ve kuşku arasında
Dikkat çekici olan, endişeli seslerin artık sadece dışarıdan değil, İsrail’in eski üst düzey diplomatlarından da yükselmesi. 2017–2021 yılları arasında Berlin büyükelçiliğini yürüten Jeremy Issacharoff, İsrail’in uluslararası itibarının “hiç olmadığı kadar zayıfladığını” kabul ediyor. Ancak o, bu baskıların bir hükümetin politikalarına değil tüm millete yönelik algılanmasının “üzücü” olduğunu ekliyor.
Ona göre Filistin’in devlet olarak tanınması ters tepebilir: Bezalel Smotrich ve Itamar Ben-Gvir gibi aşırı sağcıların elini güçlendiriyor. Onlar, “Dünya zaten İsrail’e karşı, o hâlde Batı Şeria’yı ilhak etmekten başka yol yok” argümanıyla kitlelerini konsolide ediyor. Yani uluslararası baskı, uzlaşmaya değil, tam tersine radikalleşmeye malzeme oluyor.
Buna rağmen Issacharoff, bugünkü tablonun “geri dönülmez” olmadığını düşünüyor: “1980’lerin sonundaki Güney Afrika değiliz ama eşiğindeyiz.” Başka bir ifadeyle, apartheid benzetmesinin İsrail iç siyasetinde bu kadar açık dillendirilmesi bile başlı başına yeni bir dönemin işareti.
“Baskı olmadan olmaz” diyenler: Ilan Baruch’un tavrı
İsrail’in Güney Afrika’daki eski büyükelçilerinden Ilan Baruch, 2011’de “işgali savunamayacağını” söyleyerek görevden ayrılmıştı. Bugün o, Güney Afrika deneyimiyle doğrudan paralellik kuruyor: “Aynen böyle diz çöktürdüler” diyor.
Baruch, yaptırımları gerekli ve meşru görüyor. Avrupa’dan gelen her adımı — vize kısıtlamaları, kültürel boykotlar dahil — memnuniyetle karşılıyor. Ona göre bu baskı, İsrail’i “uluslar ailesine geri döndürecek” bir araç. İçeride aşırı sağın korku ve savaş retoriğiyle kurduğu hegemonyayı ancak dış baskının kırabileceğini savunuyor.
Bu yaklaşım, İsrail’deki diplomatik-uzman çevrelerindeki çatlağı yansıtıyor: bir kesim baskıyı ulusal birliğe tehdit, diğer kesim ise ülkeyi içine kapanma ve militarizmden kurtaracak bir çıkış yolu olarak görüyor.
Şüphecilerin argümanı: “istisna, kural değil”
Buna karşılık şüpheciler de az değil. Eski barış müzakerecisi Daniel Levy, İspanya ve Belçika’nın tutumunun henüz istisna olduğunu hatırlatıyor. İsrail’in AB ile Ortaklık Anlaşması’nın askıya alınması ya da bilim ve inovasyonda “Horizon” programından dışlanması için oybirliği gerekiyor. Almanya, İtalya, Macaristan gibi ülkeler ise jeopolitik riskleri ve kendi çıkarlarını gözeterek sert adımları blokluyor.
Bu da Güney Afrika ile farkı netleştiriyor. 1980’lerde Pretoria’ya karşı konsensüs neredeyse tamdı. İsrail konusunda ise Batı içindeki bölünme hâlâ bariz. Dahası, Trump yönetimindeki ABD faktörü devreye giriyor. Washington, yalnızca İsrail’i savunan değil, aynı zamanda yaptırımlara karşı aktif bir aktör.
ABD’nin desteği: stratejik şemsiye
Asıl kilit nokta, Washington’un pozisyonu. Yeni Dışişleri Bakanı Marco Rubio, İsrail ziyaretinde “ABD-İsrail ilişkileri dimdik ayakta” mesajı verdi. Bu, Avrupa’ya da, uluslararası kurumlara da açık bir sinyal: ABD onayı olmadan BM Güvenlik Konseyi’nden bağlayıcı yaptırım çıkmaz.
Üstelik Trump sadece Biden dönemindeki sınırlamaları kaldırmakla kalmıyor, uluslararası hukuk mekanizmalarını da hedef alıyor. UCM yargıçlarına yaptırım kararı bunun somut göstergesi. Bu, İsrail için bir tür “stratejik şemsiye”. Yani baskı tam anlamıyla Güney Afrika senaryosuna dönüşmüyor; Washington’un koruması izolasyonu eksik bırakıyor.
“Geri dönüşsüz nokta” ile “fırsat penceresi” arasında
İsrail’in diplomatik yalnızlaşması şu anda bir ara evrede. Bir yanda bazı AB ülkelerinin yaptırımları, kültürel ve sportif boykotlar, UCM ve BM Adalet Divanı kararları ile küresel fonların ve özel sektörün baskısı var. Diğer yanda ise ABD ve büyük Avrupa aktörlerinin bir kısmı bu sürecin bağlayıcı bir rejime dönüşmesini engelliyor. Ortaya çıkan tablo şu: İsrail “Güney Afrika anı”na henüz ulaşmadı, ama bunun altyapısı hızla kuruluyor.
Daniel Levy’nin yorumu manzarayı özetliyor: Netanyahu “tükenmek üzere”, fakat ülke “henüz yolun sonuna gelmedi.” Diplomasinin tsunamisi İsrail’i vurdu ama stratejik direklerini yıkmadı. İki yıl bile dolmadan Gazze savaşı İsrail’i aynı anda üç cephede baskı altına aldı: hukukî, diplomatik-ekonomik ve toplumsal-kültürel. Bu çerçevelerin birleşimi, apartheid dönemi Güney Afrika’sını hatırlatıyor; ama henüz tam izolasyona giden çizgi aşılmış değil. Kritik soru: hangi faktörler eşiği geçti, hangileri sistemi hâlâ ters yönde çekiyor?
Hukukî süreçler: en kırılgan alan
Tel Aviv için en sancılı ve en az kontrol edilebilir başlık hukuk. UCM’nin Netanyahu ve Yoav Gallant hakkında çıkardığı tutuklama emirleri hâlâ yürürlükte. Temmuz ayında mahkeme, İsrail’in geri çekme talebini reddetti ve soruşturmayı durdurmadı. Bu sadece üst düzey yetkililerin güvenli seyahat alanını daraltmıyor, aynı zamanda üçüncü ülkeler için sürekli bir hukukî risk rejimi yaratıyor.
ABD’nin UCM hâkimlerine getirdiği yaptırımlar ise mahkemeyi siyasal baskıyla frenlemeyi amaçlıyor. Ama bu, Roma Statüsü’ne taraf ülkelerdeki sonuçları ortadan kaldırmıyor. Çatışmanın “hukukileştirilmesi” artık geri dönülmez bir eşik: politika alanından hukuka kayan bir dinamik var ve her yeni vaka, hesap verebilirlik tezini güçlendiriyor.
BM verileri: yaptırım konsensüsünün zemin taşları
2025’in ağustos-eylül döneminde BM kurumlarından gelen veriler tonlamayı sertleştirdi. OCHA, Gazze’deki toplam can kaybını güncelledi; IPC, Gazze Valiliği’nde ilk kez “Aşama 5” (açlık) durumunu teyit etti, güneye yayılma projeksiyonu yaptı. İşte bu “doğrulanabilir veriler” siyasetin yakıtı oluyor. Kurban sayıları, açlık haritaları, yıkım raporları; parlamentolardan merkez bankalarına, ulusal mahkemelerden ticaret rejimlerine kadar karar alıcıların eline somut dayanak veriyor. Bu veri seti olmadan sözler retorikte kalırdı; şimdi ise hukukî ve ekonomik kararlara dönüşüyor.
Avrupa’daki diplomatik-ekonomik cephe
Eylül ortasında AB’de dengeler kırıldı. Avrupa Komisyonu, İsrail’in 5,8 milyar euroluk ihracatına gümrük muafiyetlerini askıya almayı ve yıllık yaklaşık 227 milyon euro ek maliyet getirecek tarifeler koymayı önerdi. Paket, Itamar Ben-Gvir ve Bezalel Smotrich ile bazı fanatik yerleşimcilere kişisel yaptırımları da içeriyor. Ancak uygulama için üye devletlerin oy birliği şart; Berlin ve Orta Avrupa başkentleri frene basıyor. Yani Brüksel’de siyasi çekirdek hazır ama Konsey’de kritik kitle yok. Şimdilik bu, “hazırlık eşiği”; henüz dönüşmüş bir ticaret kararı değil. Fakat dosyanın masaya konması bile oyunun kurallarını değiştirdi.
AB ülkelerinin tekil adımları
İspanya, dokuz maddelik en geniş paketi devreye aldı: İsrail’e silah ambargosu, silah taşıyan gemi ve uçaklara liman/hava sahası yasağı, kısmi ithalat kısıtlamaları ve savaş suçlarıyla bağlantılı kişilere vize reddi. Bu adımlar sembolik değil; silah ve yakıt lojistiğini değiştiren, maliyeti artıran hamleler. Tel Aviv sert tepki verip İspanyol bakanlara giriş yasağı ilan etti. Ama trend belli: AB içinde ulusal düzeyde yaptırımlar yaygınlaşıyor.
Anglosakson dünyadaki kırılma
Bir gün içinde İngiltere, Kanada ve Avustralya Filistin’i resmen tanıdı. Paris de Eylül’de kendi sürecini tamamlayacağını açıkladı. Bu, sadece bir “tanıma belgesi” değil; diplomatik sermayenin yeniden dağılımı. Tanıma, yargısal işbirliğinin, bütçe desteğinin, güvenlik programlarının ve gözlem misyonlarının önünü açıyor. Kritik ülkeler bu adımı attıkça, bu trendi G7 ve AB içinde yalıtmak zorlaşıyor.
Toplumsal-kültürel çerçeve: çarpan etkisi
Kültürel kurumlar ve spor organizasyonları artık arka fon değil, başlı başına baskı unsuru. İspanyol devlet televizyonu, İsrail katılırsa Eurovision 2026’dan çekilme kararı aldı. Daha önce Hollanda, Slovenya, İzlanda ve İrlanda da benzer sinyaller vermişti. Vuelta bisiklet turunun finali binlerce kişilik protestolarla iptal edildi; ödül töreni yapılamadı. Satranç turnuvasında yedi İsrailli sporcu, bayrak yasağı nedeniyle çekildi. Bunlar imaj değil, finansal ve operasyonel risk demek. Sponsorlar ve federasyonlar artık turnuva iptali, güvenlik maliyeti ve prestij kaybını hesaba katıyor.
Körfez’de Doha şokunun yankıları
9 Eylül’de Doha’daki saldırının ardından Körfez İşbirliği Konseyi, ortak savunma söylemine geçti. Emir, “pratik adımlar” talep etti. Henüz temkinli ifadeler olsa da, ortak hava savunması tartışmaları başladı, işbirliği formatlarının gözden geçirilmesi konuşuldu, ABD güvenlik garantilerine dair yeni bir kuşku doğdu. Bölgenin İsrail’le ekonomik ve lojistik bağı AB kadar güçlü değil. Ancak eğer burada da somut adımlar atılırsa — uçuş ve liman kısıtlamaları, Abraham Anlaşmalarının teknik olarak dondurulması gibi — baskı bir anda katlanabilir.
Amerikan balansı ve “geri dönüşsüz nokta” tartışması
Donald Trump yönetimindeki Washington, “ittifak sarsılmaz” çizgisini koruyor. Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun İsrail ve Doha ziyaretleri bu mesajı pekiştirirken, ABD aynı zamanda Katar’la savunma anlaşmasını güncelleyerek kriz sonrası kanalları açık tutmaya çalışıyor. Doha saldırısının zehirli etkilerini sınırlama çabası var, ama İsrail’e stratejik destek değişmiyor. Bu Amerikan “dayanağı”, Avrupa ve uluslararası baskının tam koordineli bir yaptırım rejimine dönüşmesini şimdilik engelliyor.
“Geri dönüşsüz nokta” ölçütleri
Apartheid Güney Afrika örneği, dört kritik halkayı gösteriyor:
- Hukukî — tutuklama emirleri, vize ve yaptırım rejimleri.
- Ticari-finansal — geniş ölçekli tarifeler, kredi kısıtlamaları.
- Kurumsal — AB/OECD programlarından dışlanma.
- Sembolik — kültür ve sporda boykotlar.
İsrail için tablo şöyle: hukukî (UCM) ve sembolik (kültür/spor) alanlar şimdiden işler hâlde. Ticari-finansal boyut AB Konseyi’nin kararına bağlı; İspanya gibi ulusal paketler tipik hâle gelirse zincir tamamlanabilir. Kurumsal eksen henüz tartışma aşamasında, kritik kitle oluşmadı. Yani İsrail “eşikte”, ama henüz “apartheid senaryosu”nun tam içinde değil.
Kritik tetikleyiciler
– AB Konseyi’nin Komisyon önerisini resmen kabul etmesi ve Berlin ile Roma gibi başkentlerin buna katılması.
– Filistin’in tanınmasının ardı ardına gelmesi; bununla bağlantılı gözlem misyonları, fonlar, yargı işbirliği.
– Kültür ve sporda boykotların “istisna” değil “varsayılan” hâline gelmesi.
– UCM emirlerinin fiilen uygulanması: tek bir gözaltı vakası bile süreci geri dönülmez kılar.
Bütün bunlar, BM’nin doğruladığı insani tabloya (kurbanlar, açlık raporları) dayanıyor. Bu veriler politikacılar için “meşruiyet kalkanı” işlevi görüyor.
Fren mekanizmaları
– ABD’nin pozisyonu: İsrail’in stratejik dayanağı, AB’de transatlantik koordinasyonu kilitliyor.
– AB içindeki parçalanma: bazı hükümetlerin “kırmızı çizgileri” radikal önlemleri engelliyor.
– Filistin tanımasının etkinliğine dair kuşku: bazı başkentler, bunun İsrail’in savaş kararlarını etkilemeyeceğini düşünüyor.
– Körfez: söylem sertleşse de, henüz pratik yaptırım yok.
Bu üçlü fren, Netanyahu hükümeti için hâlâ bir “hareket alanı” bırakıyor.
Trendin yönünü değiştirecek olan ne?
Tarihsel analoji çıkış yolunu da gösteriyor. Güney Afrika’yı dönüştüren paket şunlardı:
– Sistematik suçlara son verilmesi.
– Hızlı insani çözümler.
– Kapsayıcı siyasi plana doğru adımlar.
– Geçmiş suçların kısmen yargılanması.
İsrail için bu; ateşkes ve çok taraflı denetim, Gazze’ye tam insani erişim, yerleşim genişlemelerinin durdurulması, Filistin tanımasının güvenlik şartlarına bağlanması, uluslararası hukukla kısmi işbirliği anlamına geliyor. Böyle bir tablo, Avrupa’daki “yaptırımlar artırılsın” argümanını zayıflatır ve ABD’ye de Avrupa girişimlerini dondurma gerekçesi verir.
Aksi senaryoda — yani yoğun şehir saldırıları, Batı Şeria’da ilhak tehditleri, Doha benzeri operasyonlar ve UCM emirlerinin alenen yok sayılması — Avrupa’da tartışmalar hızla oylamalara ve uygulamaya dönüşür. Toplumlarda ise boykotlar “yeni normal” olur. Her hafta devam eden savaş ve açlık, ekonomik ayağın da hukukî ve kültürel baskıyı yakalamasını kolaylaştırıyor.
Sonuç
Eylül 2025’te İsrail, uluslararası izolasyon girdabının kenarında duruyor. Hukukî kararlar, Filistin’in artan tanınması, kültür ve spordaki boykotlar bu tabloyu teyit ediyor. Ama “apartheid anı”nın tam kopyası henüz yaşanmadı; Amerikan desteği ve AB’nin parçalanmışlığı fren görevi görüyor. Yine de pencere dar: insani erişim, ateşkes, siyasi yol haritası ve minimum hukukî işbirliği sağlanmazsa, Komisyon önerilerinin Konsey kararına dönüşmesiyle süreç geri döndürülemez hâle gelebilir.