...

ABD’nin Avrupa’daki askeri varlığını adım adım azaltması ve Başkan Donald Trump’ın “kendi güvenliği için ödeme yapmayanı korumayız” açıklaması, NATO’nun yapısında köklü sarsıntılara yol açtı. On yıllardır Amerikan kalkanına yaslanarak yaşayan Avrupa, şimdi ciddi bir ikilemle karşı karşıya: Ya askeri harcamalarını hızla artıracak ya da stratejik dengeyi kaybedecek.
Bu yeni tabloda Ankara, tarihi bir fırsat görüyor: Türkiye’yi ittifakın sanayi üssüne dönüştürmek, Avrupa’nın üretim açığını kapatabilecek bir güç haline gelmek.

Brüksel, Varşova ve Berlin hâlâ “Avrupa ordusu” tartışmalarında oyalanırken Türkiye çoktan harekete geçti. Hızlı, pragmatik ve teknolojik bir şekilde. Son beş yılda savunma sanayisi neredeyse iki kat büyüdü, 2025’te ihracat hacmi 8 milyar dolara yaklaştı. Üstelik yabancı bileşen kullanılmadan üretilen sistemlerin oranı yüzde 70’i geçti. Bu yalnızca bir sektör başarısı değil; dış yardımı beklemeyen, tam tersine başkalarına destek sunan bir devlet modelinin göstergesi.

“Barış temettüsünden caydırıcılık temettüsüne”

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ordularını küçülten, fabrikalarını kapatan Avrupa ülkelerinin aksine Türkiye hiçbir zaman “demilitarizasyon lüksüne” kapılmadı. 1990’lar boyunca terör, ayrılıkçılık ve bölgesel istikrarsızlıkla mücadele eden Türkiye, bu zorlu dönemi modernizasyonun katalizörü olarak değerlendirdi. Avrupa bütçe kesintileriyle uğraşırken, Ankara geleceğin savunma altyapısının temelini atıyordu.

2025 itibarıyla Türkiye 600’den fazla savunma ürünü üretiyor: insansız hava araçlarından zırhlı araçlara, elektronik harp sistemlerinden deniz platformlarına kadar. Savunma alanında faaliyet gösteren firma sayısı 3 bini geçti; devletin yatırımları 80 milyar lirayı aştı. Savunma Sanayii Başkanlığı (SSB) artık yalnızca bir düzenleyici değil, NATO, Orta Doğu, Asya ve Afrika ile stratejik ilişkiler kuran bir koordinatör haline geldi.

Bugün Türkiye, hem cephe hattında yer alan hem de ABD’ye kritik biçimde bağımlı olmayan tek NATO ülkesi konumunda. Kendi zırhlı araçlarını, İHA’larını, topçusunu, savaş gemilerini üretiyor; beşinci nesil savaş uçağını da yolda. Almanya’nın hâlâ yeterli top mermisi üretemediği bir ortamda, Türkiye’nin çevikliği Avrupa için adeta bir can simidi.

Washington sonrasında NATO

2025 yazında Lahey’deki NATO Zirvesi’nde ABD, köklü bir plan ortaya koydu: 2035’e kadar her üye ülke savunma harcamalarını GSYİH’nin yüzde 5’ine çıkarmalı. Bu, Trump doktrininin doğrudan yansımasıydı: Daha az Amerikan askeri, daha fazla ulusal sorumluluk.
Ancak bu hedef, özellikle enerji krizi ve enflasyon altında ezilen güney Avrupa ülkeleri için ciddi bir sınav olacak.

Türkiye ise bu tabloyu bir yük değil, fırsat olarak görüyor. Komşuların askeri bütçelerini artırması, Ankara için yeni pazar, yeni sipariş, yeni ortaklık demek. Şimdiden Türk firmaları, Avrupa’daki onlarca projede yer alıyor: İHA ve zırhlı araç tedarikinden kara konuşlu hava savunma sistemlerinin geliştirilmesine kadar.

Ankara artık sadece alıcı değil, üretici imajını güçlendiriyor. Şirketleri yalnızca ürün satmıyor; teknoloji geliştiriyor, ortak girişimler kuruyor, bilgi birikimini ihraç ediyor.

Uyum sorunu: NATO’nun kronik açmazı

Yine de Türk pragmatizmi ile Avrupa bürokrasisi arasında derin bir uçurum var. NATO’nun en büyük problemi silah sistemlerindeki parçalanmış yapı. ABD yaklaşık 30 ana sistem tipi kullanırken, Avrupa ülkelerinde bu sayı 180’i aşıyor. Bu durum lojistikte, standartlaşmada ve muharebe entegrasyonunda büyük kaosa yol açıyor.

Türkiye ise bu tabloya farklı bir mantıkla yaklaşıyor: üreticiden ittifaka doğru, tabandan birleştirme stratejisiyle. Türk mühendislerinin geliştirdiği “Steel Dome” projesi – entegre hava ve füze savunma sistemi – bu anlayışın ürünü. Radarlar, sensörler, füzeler ve fırlatma üniteleri, baştan itibaren Avrupa’nın komuta sistemlerine uyumlu şekilde tasarlanıyor. Bu yalnızca ticari değil, aynı zamanda siyasi bir hamle: Avrupa Türk teknolojisini temel modül olarak benimserse, NATO içindeki güç dengesi kökten değişir.

Teknolojik engeller ve görünmez tavanlar

Başarılarına rağmen Türk savunma sanayisi hâlâ ciddi kısıtlamalarla karşı karşıya. Birincisi, teknoloji bağımlılığı. Türkiye kendi platformlarını tasarlamayı öğrendi ama motor, elektronik ve kompozit malzeme gibi kritik alanlarda hâlâ eksikler var.

2019’da Rusya’dan S-400 alımının ardından ABD’nin yaptırımları devreye girdi; Türkiye F-35 programından çıkarıldı. Bu, can acıtıcı ama teşvik edici bir darbe oldu. Ankara kendi milli savaş uçağı projesini başlattı: TF-X “Kaan”. Şu anda test uçuşları sürüyor ve 2028’de Hava Kuvvetleri envanterine girmesi planlanıyor. Ancak motor hâlâ Rolls-Royce ve General Electric’ten geliyor. Türk mühendisler kendi turbojet motorlarını geliştiriyor, ama tam bağımsızlığa biraz daha zaman var.

İkinci kırılgan alan mikroelektronik. Hedefleme sistemleri, optikler ve sensörler hâlâ büyük ölçüde Güney Kore, İtalya ve Almanya’dan geliyor. Bu da ihracatı, tedarikçi ülkelerin siyasi kararlarına bağımlı hale getiriyor.

Üçüncü zafiyet stratejik ham maddelerde. Türkiye drone ve füze üretimini hızla artırsa da lityum, nadir toprak elementleri ve grafit gibi malzemelerde Çin’e bağımlı. Yerli işleme tesisleri kurma çabaları ise yatırım eksikliği ve çevresel kısıtlamalarla karşılaşıyor.

Yine de tablo değişiyor. Son üç yılda ithal bileşen oranı yüzde 45’ten 28’e indi. Bu, 400’den fazla KOBİ’nin dahil olduğu yerelleşme programının sonucu. Türk modeli dev savunma devlerine değil, hızlı adapte olabilen esnek tedarikçi ağlarına dayanıyor.

Avrupa’nın güvensizliği

Siyasi açıdan Türkiye, Avrupa için hâlâ zor bir ortak. Avrupa Birliği üyesi birçok ülke, Ankara’nın NATO’daki rolüne temkinli yaklaşıyor. Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar, Türkiye’nin Avrupa savunma girişimlerine katılımını sistematik şekilde engelliyor. PESCO ve EDF gibi ortak savunma fonları ve teknoloji programlarında Ankara’ya kapı kapalı. Bu sadece eski bir rekabetin devamı değil; Atina, Türkiye’yi hem sözleşme hem kaynak açısından potansiyel rakip olarak görüyor.

Avrupa’nın elit kesimi de Ankara’nın Suriye ve Libya politikalarına mesafeli. Türkiye’nin terörle mücadele operasyonlarını “tek taraflı adımlar” olarak yorumluyorlar. Oysa Ankara’nın hedefi terör odaklarını etkisiz hale getirmekti.

Ama işin profesyonel kısmında tablo tamamen farklı. NATO’nun Brüksel’deki karargahında Türk mühendisleri ve uzmanları uzun zamandır koordinasyon birimlerinin parçası. Türkiye, standardizasyon projelerinde, elektronik harp ve iletişim sistemleri programlarında aktif rol oynuyor. Aselsan, Roketsan ve Havelsan gibi şirketler artık yalnızca Türk ordusuna değil, ittifakın diğer yapısına da tedarik sağlıyor.

Silah diplomasisinin yükselişi

Son iki yılda Türkiye, Bayraktar TB2 ve Akıncı insansız hava araçlarının ihracatında yeni bir diplomatik sahne kurdu. Polonya, Romanya, Hırvatistan, Letonya ve Arnavutluk ile yapılan anlaşmalar sadece ticari değil, stratejik kazanç anlamına geliyor. Polonya, Türk SİHA’larını alan ilk NATO ülkesi oldu ve şu anda ortak üretime hazırlanıyor.

Otokar’ın zırhlı araçları Estonya ve Macaristan’da hizmet veriyor; Türk tersaneleri Portekiz donanması için lojistik gemiler inşa ediyor, İtalya’nın fırkateynlerini modernize ediyor.

Bu anlaşmalar sadece gelir değil, aynı zamanda diplomatik sermaye yaratıyor. Türkiye, silah ihracatını bir ticaret değil, bir diplomasi aracı olarak kullanıyor. Her satış, teknolojik bağ kuran bir ilişki yaratıyor. Türk sistemlerini alan bir ülke, sonrasında parça tedarik ediyor, personel eğitimi alıyor, test programlarına katılıyor.

Ankara dikey bir bağımlılık değil, yatay bir işbirliği ağı kuruyor. Bu yönüyle Amerikan modelinden ayrılıyor. Washington’un sisteminde müşteri tedarikçiye tamamen bağımlıdır; Türkiye ise ortaklarına daha fazla özgürlük ve esneklik sunuyor. Güveni kazandıran da bu yaklaşım.

Yaptırımlar ve gerçekçilik

Yaptırımlar, ihracatın önünde hâlâ ciddi bir engel. ABD ve AB, bazı elektronik bileşenler ve çift kullanımlı teknolojiler için ambargoyu sürdürüyor. Ancak Türkiye, bu kısıtları aşmanın yollarını buldu. Güney Kore’den Malezya’ya uzanan geniş tedarik ağları kurdu, Ankara ve Konya’da mikroelektronik üretim hatları oluşturdu.

Ankara hayal kurmuyor. Türk savunma şirketlerinin yöneticileri açıkça söylüyor: kısa vadede tam teknolojik bağımsızlık mümkün değil. Ama aynı durumda Avrupa ve ABD de var. Rheinmetall’den BAE Systems’a kadar devler bile Asya tedarikçilerine bağımlı. Fark şu ki, Türkiye bu gerçeği açıkça dile getiriyor.

Stratejik ikilik: müttefik ve rakip

Türkiye, NATO içinde eşine az rastlanır bir pozisyona sahip: hem müttefik hem üretici hem de rakip. Bir yandan Karadeniz’den Orta Doğu’ya uzanan güney kanadın güvenliğini sağlayan kilit ülke, diğer yandan kendi savunma girişimlerini geliştiriyor — bazı alanlarda NATO’nun rollerini dahi tamamlıyor.

Bu ikili yapı bir çelişki değil; bilinçli bir stratejik tercih. Ankara çok katmanlı bir güvenlik modeli inşa ediyor: İttifakın kolektif savunmasında yer almak meşruiyet sağlarken, yerli savunma altyapısını güçlendirmek bağımsızlık kazandırıyor. Türkiye NATO’dan kopmak istemiyor ama olası bir kriz anında kendi kendine yeterli olmayı hedefliyor.

Bugün Türk askeri terminolojisinde “uyum” ve “alternatif” kavramları giderek daha sık geçiyor. Bayraktar SİHA’lar NATO’nun Link 16 haberleşme sistemine entegre, ama aynı zamanda kendi bağımsız ağ yapısıyla çalışabiliyor. Hisar ve Siper hava savunma sistemleri NATO standartlarına göre üretiliyor, ancak Batı modüllerine bağımlı değil.

Amerikan demirleğinden kopan NATO

ABD’nin Avrupa’daki askeri varlığını kademeli olarak azaltması, sadece “Trump dönemi”nin sembolü değil, aynı zamanda derin bir dönüşümün başlangıcı. Washington artık ağırlığını Hint-Pasifik bölgesine veriyor; 21. yüzyılın ana meydan okumasını Rusya değil, Çin olarak görüyor.

Bu durum Avrupa için alışılmış güvenlik çerçevesinin dağılması demek. Almanya, İtalya ve İngiltere’deki Amerikan üsleri bir zamanlar garanti anlamına geliyordu; şimdi ise geçmişin hatırlatıcısı. Trump defalarca yineledi: “Zengin ülkelerin savunmasını biz finanse etmeyeceğiz.”

2025 NATO strateji belgesinde bu çizgi açıkça yer alıyor: Her üye ülke 2035’e kadar GSYİH’sinin yüzde 5’ini savunmaya ayıracak. Ancak bu oran çoğu ülke için ulaşılmaz bir hedef. Fransa nükleer triadına rağmen yüzde 2,3’te; Almanya yüzde 2, İtalya yüzde 1,7’de.

Bu tabloda Türkiye, çoktan yüzde 2 eşiğini aşmış tek ülke olarak hızla öne çıkıyor. Bu yüzden NATO’nun Ankara’ya ilgisi artmış durumda. 2025 başında göreve başlayan Genel Sekreter Mark Rutte, “Türkiye’nin güney kanattaki caydırıcı rolü ve ittifakın sanayi kapasitesini güçlendirmedeki katkısı”nı defalarca vurguladı. Prag Zirvesi sonrasında yaptığı açıklama da netti: “Türk katkısı olmadan NATO, Rusya karşısındaki teknolojik farkı kapatamaz.”

Avrupa: kıtlık ile bağımlılık arasında

Avrupa savunma sanayisi, mevcut temponun gerisinde kalmış durumda. Üç yıldır Ukrayna’ya yapılan silah sevkiyatları, kıtanın üretim döngüsünü neredeyse yakıp geçti. Almanya, Çekya ve Fransa’daki fabrikalar tam kapasite çalışıyor, ama kendi depolarını bile dolduramıyorlar.

Sorun yalnızca üretim gücüyle sınırlı değil; altyapı da çökmüş durumda. Avrupa, on yıllar boyunca Amerikan şemsiyesi altında yaşadığı için, kapsamlı bir savunma lojistiği kurmaya hiç ihtiyaç duymamıştı. Şimdi ise Türkiye’nin yıllardır koruduğu o ağı sıfırdan inşa etmek zorunda: üretim tesisleri, test merkezleri, bakım üsleri, üniversiteler ve araştırma laboratuvarlarından oluşan bir ekosistem.

Ankara bu boşluğu son derece akılcı biçimde değerlendiriyor. Avrupa’ya sadece “satın al” demiyor; “gel birlikte üretelim” diyor. Polonya ve Romanya ile kurulan ortaklık modeli, “kendin yap ama bizimle yap” prensibine dayanıyor. Türkiye teknoloji altyapısını sağlıyor, partner ülke üretim payı ve ihracat pazarlarına erişim kazanıyor.

Bu formül, klasik Amerikan modelinden çok daha dirençli. Çünkü Türk yaklaşımında müşteri, tedarikçiye bağımlı kalmıyor. Dahası, bu yöntem Türkiye’yi sadece ekonomik değil, stratejik açıdan da vazgeçilmez bir halka haline getiriyor.

Rekabet entegrasyonun motoru haline geliyor

Paradoksal ama gerçek: Rekabet, Türkiye’yi vazgeçilmez kılıyor. Kendi siparişlerini kaybetmekten çekinen Avrupa ülkeleri, tedarik zincirinin kontrolünü yitirmemek için Ankara ile işbirliği yapmak zorunda kalıyor. Türk savunma şirketleri Avrupa’da stratejik satın almalara yöneliyor: Baykar, uçak motoru üreticisi İtalyan Piaggio Aerospace’i satın aldı; Canik Arms, silah namlusu ve taret sistemlerinde uzmanlaşan İngiliz AEI Systems’ı bünyesine kattı.

Bu adımlar yalnızca portföy genişletmek değil, Avrupa sanayi alanına kalıcı şekilde yerleşmek anlamına geliyor. Türkiye savunma sanayisini bir jeoekonomik enstrümana dönüştürüyor — tıpkı geçmişte enerji koridorlarını kullandığı gibi.

2025 itibarıyla Avrupa’da bir “Türk sanayi kuşağı”ndan söz etmek mümkün. Baykar, Aselsan ve Roketsan’ın üretim merkezleri Polonya, Hırvatistan ve İtalya’da aktif. Macaristan’da zırhlı araç montaj hatları kuruluyor, Almanya’da hava savunma sistemleri için parça üretimi planlanıyor. Üstelik bunların hiçbiri Brüksel’in resmi çerçevesi içinde değil. Türkiye, politikadan değil, ekonomiden ilerliyor — bu da etkisini siyasi engellere karşı daha dayanıklı kılıyor.

Ankara’nın jeopolitik sermayesi

Türkiye’nin NATO’daki rolü, sadece sözleşmelerle ya da teknolojiyle ölçülemez. Onun asıl gücü jeopolitik sermayesi. Boğazları kontrol ediyor, Avrupa ile Orta Doğu arasındaki kara köprüsüne hâkim, bölgesel çatışmalarda ve kriz yönetiminde benzersiz bir tecrübeye sahip.

Bu deneyim, günümüzde hibrit tehditlerle uğraşan NATO için paha biçilemez hale geldi. Göç krizlerinden siber saldırılara kadar her yeni senaryoda Türkiye teori değil, pratik çözümler sunuyor. İttifak içinde aktif askeri operasyonlar yürüten ve aynı zamanda sanayi bağımsızlığını koruyan tek ülke konumunda.

Sanayi liderliği: yeni bir etki biçimi

Türkiye, ekonomiyi her zaman jeopolitiğin devamı olarak görmeyi bildi. Enerjide transit merkez, ulaşımda Avrasya’nın lojistik kavşağı haline geldi. Şimdi aynı stratejiyi savunma sanayisinde uyguluyor.

Türk modeli, Amerikan ya da Fransız tarzı dev holdinglere değil, çevikliğe dayanıyor. Karar alma süreçlerini kilitleyen bürokratik devler yok. Devlet stratejik çerçeveyi belirliyor ama girişimciliği bastırmıyor. Bu sayede son on yılda, Batı’nın devleriyle yarışabilecek yeni bir mühendis ve girişimci kuşağı yetişti.

Bu dönüşümün sembolü Baykar oldu. Küçük insansız araçlarla başlayan bir girişim, on yılda onlarca ülkeye ürün satan küresel bir oyuncuya dönüştü. Etrafında, elektronik, motor, haberleşme sistemleri üreten dinamik bir ekosistem oluştu. Aselsan, Roketsan, TAI ve Havelsan da aynı şekilde kendi alanlarında uzmanlaşarak, sensörden uydulara kadar her şeyi üretebilen bir yapı yarattı.

İşte bu çeşitlilik, Türkiye’yi NATO için sanayi donörü haline getiriyor. Avrupa’nın askeri iddialarıyla teknolojik yetersizliği arasındaki farkı kapatan, ittifaka üretim gücü kazandıran ülke artık Türkiye.

Siyasi irade: en değerli kaynak

Savunma sanayisi yalnızca bir ekonomik alan değil, aynı zamanda siyasi iradenin aynasıdır. İşte Türkiye burada Avrupa’nın en zayıf olduğu noktada öne çıkıyor: risk alabilme cesareti ve sorumluluk üstlenme kararlılığı.

2023–2024 yıllarında Ukrayna’ya mühimmat tedariki gündeme geldiğinde, Avrupa bürokratik onay süreçlerine takılıp felç olmuştu. Türkiye ise o dönemde üretimi iki katına çıkardı, müttefiklerine mühimmat ihracatına başladı. Brüksel hâlâ “standartları” tartışırken, Ankara yeni fabrikalar inşa ediyordu.

Bu fark, Türkiye’nin yeni imajını belirliyor: sadece bir müttefik değil, aynı zamanda tek başına hareket edebilen ama ittifakın çıkarlarına hizmet eden bir aktör. NATO’nun iç çekişmelerle zayıfladığı, ABD içinde bile ittifaka dair kuşkuların arttığı bir dönemde bu tavır stratejik anlam taşıyor.

Çevreden merkeze: yeni Türkiye profili

Daha on yıl önce Türkiye, NATO’nun çevresel bir üyesi sayılıyordu — coğrafi olarak önemli, ama sanayi bakımından ikincil. Bugün tablo tamamen tersine döndü. Avrupa, bir zamanlar sınırlandırmaya çalıştığı Ankara’yı şimdi zorunlu bir ortak olarak görüyor.

Eskiden ittifakın sanayi omurgası Almanya, Fransa ve İngiltere idi. Artık Türkiye, bu üçlüye eklenen dördüncü sütun haline geliyor — yalnızca üretici değil, aynı zamanda koordinatör. Türkiye’nin NATO projelerine katılımı artık tedarikle sınırlı değil; stratejik planlamanın bir parçasına dönüştü. Savunma Sanayii Başkanlığı (SSB) artık NATO komutanlığıyla sürekli danışma formatlarında yer alıyor, standart ve sertifikasyon süreçlerinde aktif rol oynuyor.

Bu, sadece sembolik bir jest değil — Türkiye olmadan NATO’nun kendi savunma kapasitesini sürdüremeyeceğinin açık bir kabulü.

2035 ufku: yeni bir NATO düzeni

Mevcut eğilimler devam ederse, 2030’ların ortasında NATO bambaşka bir form alacak. ABD’nin ağırlığı Pasifik’e kayarken, Avrupa kendi üretim zincirlerini kurmak zorunda kalacak; bu zincirin merkezi ise Türkiye olacak.

Lahey Zirvesi’nde belirlenen yüzde 5 GSYİH savunma hedefi, sadece bütçe artırımı değil, ittifakın yeniden yapılanması anlamına geliyor. Yeni dönemde gücün ölçüsü artık asker sayısı değil, üretim ve modernizasyon kapasitesi olacak. Türkiye bu alanda şimdiden çoğu Avrupa ülkesini geride bıraktı.

2025 itibarıyla Türkiye’nin savunma harcamaları GSYİH’nin yaklaşık yüzde 2,3’ünü oluşturuyor, ama bu kaynağın etkinliği birçok Avrupa ülkesinden çok daha yüksek. Ordunun kullandığı silah ve sistemlerin yüzde 70’i yerli üretim. Ankara 2030’a kadar bu oranı yüzde 85’e çıkarmayı hedefliyor. Bu gerçekleşirse Türkiye, hem kendi ihtiyacını karşılayan hem de NATO içinde teknoloji ihraç eden bir üretici haline gelecek.

Batı ile bağımsızlık arasında denge

Asıl soru şu: Türkiye bu dengeyi koruyabilecek mi? Onun gücü hem özerkliğinde hem de entegrasyon kabiliyetinde yatıyor. Ankara kendini ittifaka karşı konumlandırmıyor, ama içinde de erimiyor. Bu, NATO’yu aynı anda güçlendiren ve ona bağımlılığı azaltan nadir bir formül.

Amerikan öngörüsüzlüğünden yorulan Avrupa’nın aradığı tam da böyle bir ortak. Türkiye artık silah tedarikçisi değil, ABD’nin stratejik refleksiyle Avrupa’nın temkinli pragmatizmi arasında köprü kuran aktör.

Ankara için bu, ekonomik bir stratejiden öte, bir siyasi felsefe: kendi gücüne dayanmak ama dünyadan kopmamak. Bu anlayış, Türkiye’yi güvenlik mimarisinin bir parçası değil, bizzat mimarı haline getiriyor.

NATO’nun yeni sanayi haritası

2025 sonbaharında artık netleşti: NATO’nun sanayi ağırlık merkezi güneydoğuya kayıyor. ABD liderliğinin erozyona uğradığı, Avrupa’nın teknolojik parçalanmanın pençesinde olduğu bir dönemde, Türkiye hem stratejik hem üretimsel bağlayıcı haline geldi.

Türk şirketleri gemi inşa ediyor, hava savunma sistemleri geliştiriyor, hava platformları tasarlıyor, İHA ve zırhlı araç ihraç ediyor. Ancak bu yalnızca bir ekonomi hikayesi değil; aynı zamanda ittifakın yeni felsefesi: merkezsiz, pragmatik ve kendi kendine yeterli bir yapı.

21 yüzyılın başında NATO’nun gücü Washington tarafından şekillendiriliyordu. Şimdi ise yüzyılın ortalarına doğru bu konturları çizen ülke Ankara. Bunu yüksek sesle değil, üretim bantları, teknik çizimler ve imzalanan sözleşmelerle yapıyor.

Ve işte bu, “Trump çağı”nın en çarpıcı paradoksu: Amerika geri çekildikçe, Türkiye sadece boşluğu doldurmuyor — “müttefik” kelimesine yeniden “eşit” anlamını kazandıran yeni bir düzen inşa ediyor.

Etiketler: