
Devlet geleneğinin uzun tarihinde itaat, hiçbir zaman sadece disiplinin ya da ahlakın sınırlarıyla çizilmedi. Tam tersine, iktidarı ayakta tutan, orduları düzenleyen, toplumları bir arada tutan temel kolonlardan biri oldu. Siyasi itaat dediğimiz şey, körü körüne boyun eğmekten ibaret değil; devletin stratejik çizgisine toplumu entegre eden, halkın rızasını askeri güç ve ekonomik kaynaklarla eşdeğer bir stratejik enstrümana dönüştüren bir mekanizma.
Tarih sahnesine baktığımızda hükümdarlar çok erken fark etti ki, sadece savaş meydanında zafer kazanmak yetmez; asıl mesele, halkın o zaferin anlamına ve amaçlarına boyun eğmesiyle mümkün olur. Pers İmparatoru Büyük Kir, dini saygıyı kendi iktidarına yönlendirmiş, kutsal olanı siyasallaştırarak otoritesini ilahi bir çerçeveye oturtmuştu. Asırlar sonra Machiavelli aynı mekanizmayı dünyevileştirerek yorumladı: yönetim, soyut erdemlerden değil, gücü toplumsal ikna araçlarıyla ustaca birleştirmekten doğar diyordu.
Erken modern çağda Justus Lipsius gibi düşünürler, siyasi itaati stratejik bir gereklilik olarak kodladı. Onlara göre, en güçlü ordu bile toplumun ortak rızası olmadan hedeflerine ulaşamazdı. Avrupa’nın dini savaşlarla kavrulduğu, monarşilerin krize sürüklendiği dönemde iyice netleşti: iktidarın meşruiyeti ve ömrü, halkın siyasi kararlara ne ölçüde kendi sorumluluğu gibi sarıldığıyla doğru orantılıydı.
Bugün strateji literatüründe de aynı çizginin sürdüğünü görüyoruz. Antulio Echevarria, stratejinin ancak siyasi liderlik ile askeri hamlelerin uyum içinde olduğunda anlam kazandığını söylüyor. Sharon Weiner, sivil-asker ilişkilerinin bir kampanyanın başarısını ya da çöküşünü belirleyen en kritik faktör olduğuna dikkat çekiyor. Diane Chamberlain ise altını kalınca çiziyor: iç siyasi kararlılık olmadan, en büyük güçlerin tehditleri bile boş birer sözden öteye geçemez.
Bu çerçevede siyasi itaati bir “stratejik varlık” olarak okumak mümkün. Adeta görünmez bir zırh gibi, devletin iç dayanışmasını pekiştiriyor. Zira sadece silah gücü yetmediği anlarda, toplumun ortak rızası devleti ayakta tutan en önemli faktör haline geliyor. 2023 Gazze savaşı bunun çarpıcı örneği oldu. Teknolojik üstünlük ya da askeri doktrinler kadar, toplumun mücadeleye devam etme iradesi de belirleyici hale geldi. Halkın sadakati ve dayanışması yüksek olduğu sürece devlet, en ağır baskılar karşısında dahi direnebiliyor.
Sonuçta, antik monarşilerden bugünün kriz bölgelerine uzanan siyasi itaat olgusu bize şunu gösteriyor: bu, askeri stratejinin bel kemiği olan bir güç. İtaat, güveni, disiplini, entegrasyonu kuruyor; ordunun ve toplumun parçalı enerjisini tek bir kuvvete dönüştürüyor. Ve bu kuvvet, sadece devleti savunmaya değil, aynı zamanda uluslararası arenada stratejik pozisyonlarını sağlamlaştırmaya da hizmet ediyor.
İtaat ve ordu
Askeri tarihe baktığımızda, itaatin sadece disiplin ya da emirlerin uygulanmasıyla sınırlı kalmadığını net biçimde görürüz. Orduda itaat, savaş meydanındaki başarıyı devletin siyasi hedefleriyle buluşturan ana damardır. Farklı ülkelerde sivil-asker ilişkilerindeki yaklaşımlar değişse de — Almanların ordunun siyasetten tamamen uzak tutulmasına dair titizliği ya da Amerikalıların askeri yapının siyasallaşmasından duyduğu endişeler — işin özünde değişen bir şey yoktur: siyasi itaat olmadan askeri çabalar dağınık, kırılgan ve sonuçsuz kalır.
Tarihten örnekler bu tezi doğrular. Myanmar’da rejim, ordunun yani “Tatmadaw”ın mutlak sadakati sayesinde ayakta duruyor; ordunun siyasi otoriteye bağlılığı rejimin bekası için garantör konumunda. Afganistan’da ise Taliban, toplumu dini otoritelere ideolojik boyun eğmeye zorlayarak askeri direncini pekiştirdi. Her iki örnek de evrensel bir gerçeği hatırlatıyor: askeri disiplin, siyasi iradeyle uyumlanmadığında, en modern ordular bile yönünü kaybedip dağınık bir mekanizmaya dönüşür.
Ulusçuluğun yükseldiği dönemi gözlemleyen Clausewitz, askeri itaate yeni bir boyut kazandırıldığını belirtmişti: artık bu, ulusal kimlik duygusuyla bütünleşmişti. Asker yalnızca komutanın emrine değil, devletin sembolüne, siyasi otoritenin cisimleşmiş haline de boyun eğiyordu. Machiavelli bundan yüzyıllar önce benzer bir noktaya değinmişti: iktidarı korumak için “savaş sanatına” hâkim olmak şarttı. Ona göre disiplin, salt askeri bir pratik değil, doğrudan siyasi kontrolün bir aracına dönüşüyordu. Lipsius ise bu düşünceyi sistemleştirdi: devletin istikrarı, ordunun siyasi iradeye bağlılığı olmadan imkansızdı; yönetim ancak sivil ve askeri itaati tek potada eriterek mümkün olabilirdi.
Günümüz teorisyenleri de bu çizgiyi sürdürüyor. Colin Gray, siyaseti “etki yaratma süreci” olarak tanımlarken aslında şunu söylüyordu: disiplinli silahlı kuvvetler, başlı başına bir amaç değil, siyasi etkinin aracıdır. Devlet, ordu aracılığıyla sadece savaş yürütmez, aynı zamanda topluma gücünü yansıtır, kontrolünü pekiştirir ve stratejik hedeflerini uygulatır.
Bugün gelinen noktada, klasik askeri itaattan entegre siyasi itaate geçişin, stratejideki büyük evrimi simgelediğini görüyoruz. Ordu artık yalnızca bir savaş makinesi değil; iktidarla toplum arasındaki en kritik bağdır. Bu bağın koptuğu yerde ise en gelişmiş taktik ya da teknoloji bile faydasız kalır; askeri seferler başarısızlığa mahkum olur.
Siyasi itaatin askeri-stratejik bir koz olarak israilo-arap bağlamındaki yeri
Arap-İsrail çatışmasının uzun tarihine baktığımızda bir gerçek gözümüze çarpıyor: siyasi itaat, sadece iç düzenin dayanağı değil, aynı zamanda çatışmaların seyrini belirleyen bir stratejik enstrüman. Devletler ve hareketler bu kaynak sayesinde hem direnç kazanıyor hem kitlelerini seferber ediyor hem de askeri stratejilerinin yönünü tayin ediyor.
1936–1939 yılları arasındaki Arap isyanı döneminde, manda yönetimindeki Filistin’de siyonist örgütler taktik konusunda derin bir bölünme yaşadı. Bir grup “havlagah” adı verilen itidal politikasını savunurken, diğerleri misilleme eylemlerinde ısrar ediyordu. Bu ayrışma, ortak hedefi tehlikeye sokacak boyuta ulaştı; hatta kimi zaman rakip Yahudi silahlı gruplarının silahları imha edilerek fiili çatışmalara dönüştü. Davud Ben-Gurion için tablo açıktı: revizyonistlerle masaya oturmanın ön koşulu, onların Siyonist Örgüt’ün siyasi otoritesine boyun eğmesiydi. Yani iç uzlaşı olmadan, gelecekte İsrail devletini kuracak bir askeri stratejinin inşa edilmesi imkansızdı.
Arap tarafında da siyasi itaati seferberlik aracı haline getirme çabası dikkat çekiciydi. Milliyetçi ve dini liderler, disiplin ve birliktelik için kitleleri ortak direniş fikrinde konsolide etmeye çalışıyor, siyasi sadakati silahlı mücadelenin ön şartı olarak görüyorlardı.
Böylece İsrail-Arap hattındaki tecrübe, bir temel yasayı doğruluyor: uzun soluklu çatışmalarda askeri zafer, siyasi itaat olmadan imkansız. Çünkü bu itaat, dağınık çabaları bir sisteme dönüştürüyor, stratejik dayanıklılık sağlıyor ve devletlere ya da hareketlere ağır konfrontasyonları göğüsleme imkanı veriyor.
İsrail’in bağımsızlığını ilan ettikten sonra güvenlik doktrininin temel taşı haline gelen “silahlı ulus” konsepti de siyasi itaati doğrudan askeri sisteme gömmüştür. Burada vatandaş sadece asker değil; aynı zamanda ulusal misyonun taşıyıcısıdır. Devleti savunmaya katılım, ortak sadakatin somut bir göstergesine dönüşür. İşte bu yüzden yedek askerlik sistemi IDF’de kilit bir rol oynar; mobilizasyon kararları ise salt askeri değil, doğrudan siyasi nitelikli adımlardır. Yagil Levy’nin dikkat çektiği gibi 1973 Yom Kippur Savaşı’nda rezervlerin çağrılması konusundaki tereddütler, sadece operasyonel değil, stratejik sonuçlar doğurmuş, “vatandaş-asker” modeline olan güveni sarsmış ve ordunun daha profesyonel bir modele kayışını hızlandırmıştır.
Arap dünyasında ise farklı bir yol izlendi. Burada siyasi itaat çoğu zaman otoriter kontrol üzerinden sağlandı. Orduya sadakat, iktidar ideolojilerine bağlılıkla iç içe geçti. Cemal Abdünnasır’ın Mısır’ı bu bağlamda tipik bir örnektir: pan-Arap milliyetçiliği, orduyu sadece savaş aracı değil, aynı zamanda siyasi mesajın taşıyıcısı haline getirdi. Ancak bu ideolojik yüklenme, 1967’deki hezimetle acı sonuçlarını gösterdi. Körfez monarşileri ise farklı bir formül geliştirdi: burada sadakat, ekonomik teşviklerle satın alınıyordu. Ordunun ve toplumun bağlılığı, ulusal kaynaklardan pay verilerek garanti altına alınıyordu. Bunun üzerine kurulan dış politika adımlarında, örneğin 2015’te Yemen’e yapılan Suudi müdahalesinde, ordu doğrudan hanedanların siyasi iradesinin uzantısına dönüştü.
En çarpıcı örneklerden biri ise IŞİD oldu. 2014’te hilafet ilan eden bu yapı, mutlak itaati dini argümanlarla meşrulaştırdı, şeriatın radikal yorumlarıyla pekiştirdi. Burada itaat artık sadece siyasi bir araç değil, dogmatik bir şarttı: lidere biat, dini bir vecibe olarak görülüyor, ihlali irtidatla eşdeğer sayılıyordu. Böylece askeri disiplin tamamen dini sadakatin içinde eridi; her taktik başarı, ilahi haklılığın sembolik bir teyidi gibi sunuldu.
Bu mantık, İslam siyaset düşüncesinin köklerine uzanır. Hükümdara itaati Tanrı’nın iradesini yerine getirmek olarak yorumlayan yaklaşım, sınır tanımayan bir modeldir. Ulus-devletlerden bağımsız işleyen yapılar — emirlikler, gruplar ya da militan hareketler — için aidiyet, toprak değil ümmet kavramına dayalıdır. Bu zeminde siyasi itaat, ulemaların ve dini liderlerin otoritesiyle güçlendirilir; dışarıdan bakanların anlamakta zorlandığı ya da tehdit olarak algıladığı bir meşruiyet biçimi ortaya çıkar.
Sonuçta Arap-İsrail çatışmasında siyasi itaat, her iki taraf için de stratejik bir kaynak rolü oynuyor. İsrail, “vatandaş-asker” modeliyle toplumu ulusal savunma fikrinde kenetlerken, Arap devletleri ve İslamcı hareketler otoriter kontrol, dini zorunluluklar ya da ekonomik teşvikler üzerinden benzer bir sadakat mekanizması kuruyor. Farklı biçimlerde tezahür etse de — ister vatanseverlik, ister dini coşku, ister maddi çıkar — sonuç değişmiyor: itaat, askeri stratejiyi siyasi iktidarın emrine koşan en güçlü mekanizma haline geliyor.
Siyasi itaat ve liderlik: 2023 gazze savaşının görünmeyen cephesi
2023’te İsrail ile Hamas arasında patlak veren savaş, siyasi itaatin savaşın seyrini belirleyen kritik bir faktör olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. İsrail açısından yedek askerler üzerinden işleyen mobilizasyon modeli yeniden sınavdaydı: seferberliğin hız ve etkinliği, yalnızca askeri planlara değil, aynı zamanda hükümetin siyasi kararlılığına bağlıydı. Burada Machiavelli’nin yüzyıllar önce altını çizdiği ders yeniden sahneye çıktı: iktidar sahipleri hedeflerini orduyla uyumlu hale getiremediğinde, devlet kendini stratejik bir kırılganlık içinde bulur. Nitekim çatışmanın daha ilk safhalarında yaşanan kararsızlıklar ve siyasi çekişmeler, IDF’nin ortak bir çizgi oluşturmasını zorlaştırdı, operasyonel etkinliği düşürdü.
Hamas ise bambaşka bir itaate yaslanıyordu. Örgütün yapısı, tartışmaya kapalı ideolojik disipline dayanıyor; sadakat, yalnızca cezalandırılma korkusuyla değil, direnişi imana dönüştüren dini bir vecibeyle sağlanıyordu. Gazze’nin sıkışık kent dokusunda bu model tüm çıplaklığıyla öne çıktı: tüneller, mayınlı tuzaklar, sivillerin canlı kalkan olarak kullanılması, asimetrik üstünlük yarattı. İsrail’in bunu bertaraf edebilmesi ancak ağır kayıplar pahasına mümkündü. Hamas için her geçen hafta sadece askeri bir zafer değil, aynı zamanda siyasi bir kazanç anlamına geliyordu: “direniş ayakta” mesajı, örgütün haklılığına olan inancı diri tutuyordu.
Bu tablo, Gazze savaşında iki kutbu aynı anda gösterdi. İsrail’in mobilizasyon sistemi, siyasi liderliğin zafiyetleri yüzünden ilk aylarda sekteye uğradı. Hamas ise siyasi itaati stratejik bir direnç kaynağına dönüştürerek uzayan çatışmayı kendi meşruiyetine ve sembolik üstünlüğüne tahvil etti. Son kertede bu savaşın görünmeyen cephesi, siyasi itaat üzerinden yürüdü. Çatışmanın kaderini tayin eden şey yalnızca tankların ya da füzelerin gücü değil, bölgenin siyasi geleceğini belirleyen bu görünmez sadakat hattıydı.
Hezbollah örneği bu noktada dikkat çekici. Bu örgüt, siyasi parti, askeri güç ve ideolojik hareket özelliklerini aynı potada birleştirerek eşsiz bir dayanıklılık kazandı. İkili sadakat sistemi — hem kendi liderliğine hem de İran’daki velayet-i fakih otoritesine bağlılık — dışarıdan bakıldığında çelişkili görünebilir, fakat pratikte net bir hiyerarşi ve stratejik tutarlılık üretiyor. Hezbollah’ın askeri eylemleri, siyasi programıyla ve ideolojik söylemiyle iç içe geçmiş durumda; bu da örgütün mobilizasyon kabiliyetini artırıyor, uzun soluklu direniş gücünü pekiştiriyor.
Ancak bölgesel çatışmalarda siyasi itaati analiz etmeyi güçleştiren asıl unsur, iç siyaset ile dış etkinin birbirine sıkı sıkıya geçmiş olması. ABD’ye göbekten bağlı İsrail, yalnızca ileri teknoloji ve askeri destek ithal etmiyor; Amerikan siyasal sisteminin zaaflarını da miras alıyor. Kutuplaşma, partizan çekişmeler, kurumlara güvenin aşınması… Uzun vadede bu hastalıklar, İsrail’in kendi toplumunda askeri seferberliğe rıza üretme kabiliyetini de törpülüyor. Yolsuzluk skandalları, moral otoritenin kaybı ve meşruiyet krizleri, cephedeki disiplinin ve toplumsal sadakatin altını oyan en sinsi dinamikler olarak öne çıkıyor.
Siyasi itaat ve moral otoritenin dersleri
Machiavelli, “Prens”te iktidarın güce ve itaati zorlamaya dayandığını vurgulamıştı. Ancak “Söylevler”de bu tezi genişleterek çıplak kuvvete bir ek daha getirdi: moral otorite olmadan kalıcı bir iktidar kurulamazdı. 2023’teki İsrail-Hamas savaşı, moral otorite ile siyasi itaatin nasıl iç içe geçtiğini gösteren canlı bir tablo sundu.
Gazze’de toplum, Hamas’ın talimatlarına neredeyse mutlak bir itaat sergiledi. Dini anlatı ve direniş kültü, örgüt liderlerine adeta “yerleşik bir moral sermaye” kazandırıyor; bu sermaye, halkın en ağır insani felaket koşullarında bile rızasını sağlamaya yetiyor. İsrail’de ise durum bambaşkaydı: hükümete güven krizi, elitlerin toplumu ortak bir çizgiye çekme kabiliyetini ciddi biçimde sınırladı. Tek istisna, anketlerde görece daha yetkin ve sorumlu bir figür olarak öne çıkan Savunma Bakanı Yoav Gallant oldu. Buna karşılık Başbakan Netanyahu’nun 2024 başındaki halk desteği, Gazze’deki Yahya Sinvar’ın oranlarının altında kalmıştı.
Aynı resim Lübnan’da da belirginleşti. Tüm iç çelişkilere rağmen 2024’e gelindiğinde Hizbullah’ın desteği arttı, üstelik geleneksel olarak Şii hareketine uzak duran topluluklarda bile. Araştırmalara göre Lübnanlıların yüzde 78’i İsrail’in Gazze’deki saldırılarını “terör eylemi” olarak görürken, Hizbullah’ın saldırıları meşru ya da en azından mazur görülen bir direniş biçimi sayılıyordu. Bu tablo, moral otoritenin ideolojik veya dini bir anlatıyla pekiştirildiğinde siyasi itaati, liberal-demokratik sistemlerde yaşanan güven krizlerine kıyasla çok daha kalıcı ve mobilize edici hale getirdiğini kanıtlıyor.
Ortada bir paradoks var: Daha güçlü kurumlara ve orduya sahip İsrail, toplumunu sürekli ikna etmek ve eylemlerinin meşruiyetini yeniden üretmek zorunda. Hamas ve Hizbullah ise siyasi itaati neredeyse otomatik biçimde topluyor; dini doktrinlere ve İsrail karşıtı söyleme yaslandıkları için destek, liderlerin şahsi becerisinden veya itibardan bağımsız biçimde kalıcılaşıyor. Birinciler için belirleyici unsur, liderlerin şahsi otoritesi; ikinciler içinse asla sorgulanmayan ideolojik sabiteler.
Bu stratejik asimetri İsrail için ciddi bir meydan okuma anlamına geliyor. Güven yitirmiş liderler, içeride siyasi itaati adım adım inşa etmeye uğraşırken, karşı cephedeki rakipler sembolik sermayelerini rahatça kullanarak desteklerini koruyabiliyor. Dahası, yoksulluk ve askeri kayıplar bile bu sermayeyi erozyona uğratmıyor. Böylece siyasi itaat sadece bir mobilizasyon aracı olmaktan çıkıyor; Ortadoğu’daki stratejik denklemin en kritik dengesizliği haline geliyor.
Hizbullah, bu noktada siyasi itaatin askeri stratejinin ayrılmaz bir parçasına dönüşmesinin tipik örneği. Örgüt, bir siyasi parti, bir askeri güç ve bir ideolojik hareket özelliklerini aynı bünyede birleştiriyor. İkili sadakat sistemi — hem kendi liderliğine hem de İran’daki velayet-i fakih otoritesine bağlılık — dışarıdan bakıldığında bir bölünmüşlük gibi görülebilir. Fakat pratikte net bir otorite zinciri yaratıyor ve stratejik uyumu güçlendiriyor. Hizbullah’ın askeri hamleleri, siyasi programıyla ve ideolojik söylemiyle bire bir bağlantılı; bu da örgütün mobilizasyon kapasitesini artırıyor ve uzun vadeli direniş gücünü tahkim ediyor.
Ne var ki bölgesel çatışmalarda siyasi itaati çözümlemeyi en zorlaştıran unsur, iç politika ile dış etkinin iç içe geçmiş olması. ABD ile sıkı bağlara sahip İsrail, sadece ileri teknoloji ve askeri destek değil, aynı zamanda Amerikan siyasal sisteminin hastalıklarını da ithal ediyor. Kutuplaşma, parti kavgaları, kurumlara güvenin aşınması… Yolsuzluk, moral otoritenin kaybı ve meşruiyet krizleri uzun vadede İsrail’in toplumda askeri kampanyalara rıza üretme kabiliyetini törpülüyor. Bu da, savaş meydanındaki tanklardan ve uçaklardan daha belirleyici bir zaaf olarak ön plana çıkıyor.
Machiavelli, “Prens”te iktidarın temeli olarak güç ve itaati zorlamayı öne çıkarmıştı. Ancak “Söylevler”de çıplak kuvvetin yanına başka bir unsur daha ekledi: moral otorite. Bu olmadan gücün kalıcı olmayacağını savunuyordu. 2023’teki İsrail-Hamas savaşı, siyasi itaat ile moral otoritenin nasıl birbirine geçtiğini en çarpıcı şekilde gösterdi.
Gazze’de toplum, Hamas’ın direktiflerine neredeyse mutlak bir boyun eğiş sergiledi. Dini anlatı ve direniş kültü, örgüt liderlerine adeta kendiliğinden işleyen bir “moral sermaye” sağladı. Bu sermaye, halkın en ağır insani felaketler karşısında bile örgüte rıza göstermesine yetti. İsrail’de ise tablo farklıydı: hükümete güven krizi, elitlerin toplumu seferber etme kapasitesini ciddi biçimde sınırladı. Tek istisna, anketlerde nispeten yetkin ve sorumlu bir isim olarak öne çıkan Savunma Bakanı Yoav Gallant’tı. Buna karşılık Başbakan Netanyahu’nun desteği 2024 başında Gazze’deki Yahya Sinvar’ın popülaritesinden bile düşük seviyelere indi.
Lübnan örneği de en az bunun kadar çarpıcı. İç çelişkilere rağmen 2024’e gelindiğinde Hizbullah’ın desteği artmış, üstelik geleneksel olarak örgüte uzak duran topluluklarda bile güçlenmişti. Halkın yüzde 78’i İsrail’in Gazze’deki operasyonlarını “terör” olarak görürken, Hizbullah’ın saldırılarını meşru ya da en azından mazur görülen bir direniş olarak niteliyordu. Bu tablo, moral otoritenin ideolojik veya dini anlatılarla birleştiğinde siyasi itaati daha kalıcı ve mobilize edici hale getirdiğini ortaya koyuyor.
Ortaya çıkan paradoks şu: Daha güçlü kurumlara ve orduya sahip olan İsrail, toplumunu sürekli ikna etmek ve meşruiyetini kanıtlamak zorunda. Hamas ve Hizbullah ise siyasi itaati neredeyse otomatik olarak topluyor; dini doktrinler ve İsrail karşıtı söylemler sayesinde bu destek, liderlerin beceri ya da itibarından bağımsız şekilde varlığını sürdürüyor. İsrail için belirleyici olan kişisel liderlik otoritesi, rakipleri içinse asla sorgulanmayan ideolojik sabiteler.
Sonuçta moral otorite asimetrisi İsrail için ağır bir stratejik yük haline geliyor. Güveni yitirmiş liderler, içeride toplumdan her birim sadakati kazımak zorunda kalıyor. Rakipleri ise sembolik sermayelerini kullanarak desteği kolayca koruyor. Bu yüzden siyasi itaat sadece bir mobilizasyon aracı olmaktan çıkıyor; Ortadoğu’da stratejik dengeleri altüst eden temel faktörlerden birine dönüşüyor.
Siyasi itaat asimetrisinin uzun vadeli sonuçları
İsrail ile Hamas arasındaki savaşta iyice görünür hale gelen siyasi itaat asimetrisi, Ortadoğu güvenlik mimarisi açısından köklü sonuçlar doğuruyor. Güçlü bir orduya, yüksek teknolojiye sahip savunma sistemlerine ve ABD’nin desteğine yaslanan İsrail, her askeri hamlesini kendi toplumuna sürekli meşrulaştırmak zorunda kalıyor. Atılan her adım, parti içi kutuplaşma, hükümete güvensizlik ve sert kamuoyu eleştirileri arasında siyasi bir onay testinden geçmek durumunda. Bu, İsrail’in stratejik manevra alanını daraltıyor, kampanyalarını iç krizlere karşı daha kırılgan hale getiriyor.
Hamas ve Hizbullah ise bambaşka bir mobilizasyon tipine dayanıyor. Onların itaati, dini ve ideolojik çerçevelere gömülü olduğu için liderler sürekli meşruiyet arayışına ihtiyaç duymuyor. Onlar açısından savaş alanındaki kayıplar, siyasi yenilgi anlamına gelmiyor; tam tersine, “direniş sürüyor” mesajı, anlatıyı pekiştiriyor. Böylece her çatışma, ister yenilgi ister zafer olsun, sembolik kazanç üreten bir araca dönüşüyor.
Uzun vadede bu asimetri, İsrail’i stratejik açıdan dezavantajlı bir konuma itiyor. İsrail’in askeri zaferleri, içerideki şüpheler ve güven bunalımlarıyla gölgelenirken, Hamas ve Hizbullah askeri kayıplarını ideolojik sermayeye çevirebiliyor. İsrail yönetiminin önündeki en büyük sınav, askeri başarıları moral otorite ve iç güvenin yeniden inşasıyla birleştirebilmek. Aksi halde her kampanya, kısa vadeli bir taktik kazanımdan öteye geçemeyip uzun vadeli stratejik erozyona yol açabilir.
Bu durum bölge için de kritik bir tablo ortaya koyuyor. İsrail, iç mutabakatı yeniden tesis etmek için hızlı zaferlere yöneliyor; karşı tarafta ise rakipler, bilerek çatışmaları uzatıyor. Çünkü savaşın uzaması, onların kendi topluluklarında desteğini artırıyor. Ortadoğu savaşları böylece sadece toprak ya da askeri üstünlük üzerine değil, meşruiyet mücadelesi üzerine kurulu hale geliyor: kim moral zemini belirleyecek, kim “haklılık alanını” sahiplenebilecek.
Sonuç olarak, gelecekteki İsrail savaşlarının kaderini sadece askeri kabiliyetler ya da ABD’nin desteği değil, asıl olarak İsrail liderlerinin moral otoriteyi yeniden kurma ve iç siyasi itaati ayakta tutma becerisi tayin edecek. Aksi takdirde, en başarılı askeri operasyonlar bile stratejik çıkmazlara dönüşürken, karşıtları sadece direnişin sürmesinden bile sembolik zaferler devşirmeye devam edecek.
Siyasi itaat bir stratejik sabite olarak
Geçmişten bugüne askeri düşüncenin temelinde yatan gerçek şudur: hiçbir strateji siyasi bağlamdan kopuk şekilde hayata geçirilemez. Bir ordu, en modern silahlara, kusursuz taktiklere ve en iyi eğitilmiş askerlere sahip olabilir. Ancak eğer bu güç, siyasi itaati zayıf bir zeminde hareket ediyorsa, bütün bu avantajlar dağılmaya mahkumdur. Öte yandan, sınırlı kaynaklar bile siyasi sadakatle perçinlendiğinde, çok daha güçlü rakiplerin baskısına direnebilecek sağlam bir güce dönüşebilir.
Tarih bunun sayısız örneğini sunuyor. Büyük Kir’den Machiavelli’ye, İsrail-Arap savaşlarından bugünün Gazze’sine kadar olan süreç şunu gösteriyor: itaat, salt askeri disiplinle sınırlı değildir. O, sivil ve askeri alanı birleştiren stratejik bir varlığa dönüşür. Bu bütünleşme olmadan, devletin stratejik çizgisi zayıflar; savaş ise siyasi sonuç üretmeyen, birbirinden kopuk operasyonların toplamına indirgenir.
Askeri stratejistler açısından buradan çıkarılması gereken ders açıktır: siyasi itaat soyut bir kavram değil, istihbarat, lojistik ya da teknoloji kadar somut ve pratik bir enstrümandır. Bir kampanyanın kaderi, daha ilk kurşun sıkılmadan önce, toplumun ve ordunun siyasi iradeyle aynı hizada olup olmamasına göre belirlenebilir. Başarılı strateji, iktidarın, ordunun ve toplumun aynı uyum içinde hareket ettiği; siyasi liderliğin ise bu uyumu kriz anlarında bile ayakta tutacak moral otoriteyi elinde bulundurduğu stratejidir.
Avrupa’daki dini savaşların yıkıcılığı üzerine düşünen Justus Lipsius, yüzyıllar önce şu uyarıyı dile getirmişti: “İnsan aklı kaybolduğunda, kader bütün planları bozar.” Bu cümle, siyasi iradenin ve içsel itaati sağlayan disiplinin yokluğunda, en iyi hazırlanmış stratejilerin bile çökebileceğine dair zamansız bir hatırlatmadır.
Bugün, savaşla siyasetin sınırlarının silindiği, bilgi alanının yeni bir cepheye dönüştüğü çağda, siyasi itaatin dinamiklerini anlamak her zamankinden daha hayati. O, sadece seferberliğin aracı değil; 21. yüzyılın meydan okumaları karşısında devletin ayakta kalıp kalamayacağını belirleyen temel güçtür. İç uyumu koruyamayan devletler, dış baskılardan değil, kendi iç çelişkilerinin ağırlığı altında yıkılacaktır.