...

Haziran ayının o karanlık gecesinde, İran semalarında adeta bir gölge süzülüyordu. Bu öyle rastgele bir operasyon değildi; aylarca değil, yıllarca ilmek ilmek örülmüş bir senaryonun sahnelenişiydi. Ülkenin dört bir yanında, İsrail tarafından eğitilmiş ajanlarca koordine edilen hücreler harekete geçmişti. Amaçları sadece cüretkâr bir sabotaj değildi — doğrudan rejimin kalbine saldırarak İran’ın savunma sistemini felç etmekti.

Bu grupların içinde kimler yoktu ki... Bir yanda yıllardır sesini boğazında düğümlemiş rejim muhalifleri, öte yanda hayatlarını ve ailelerini kurtarmak için her şeye razı olmuş paralı savaşçılar. Kimisi için bu, kişisel bir intikamın yoluydu; kimisi içinse daha çok hesap kitap işiydi — para, sağlık, özgürlük, kaçış. Ama hepsini birleştiren ortak nokta şuydu: Gözlerini kırpmadan ateşin içine yürümeye hazırdılar.

Tel Aviv’deki Mossad merkezinde bu plan bir yıldan fazla bir sürede şekillendi. Tecrübeyle, sabırla, dakik hesaplarla... Bundan sadece dokuz ay önce, aynı istihbarat örgütü, yıllar öncesine dayanan bir projeyi hayata geçirmiş, Lübnan’daki Hizbullah hedeflerini kelimenin tam anlamıyla paramparça etmişti. O zaman, 2014’te Tamir Pardo’nun başlattığı plan devreye sokulmuş, patlayıcı yerleştirilmiş çağrı cihazları (pager) aracılığıyla düzenlenen saldırılarda 30 Hizbullah militanı ve 12 sivil hayatını kaybetmişti — aralarında iki çocuk da vardı. Yaralı sayısı ise 3500’ü aşmıştı.

13 Haziran gecesi saat 03.00’te, K.Ş. kod adlı saha komutanı düğmeye bastı. Yabancı lejyon olarak adlandırılan, sayısı yetmişi bulan bir saldırı birliği harekete geçti. İsrail’in daha önceden belirlediği hedeflere yönelen insansız hava araçları ve füzeler, İran’ın hava savunma sistemlerini ve balistik füze rampalarını tek tek imha etti. Operasyonun bir gün ardından ise ikinci dalga geldi — İranlı direnişçiler ve çevre ülkelerden devşirilen paralı askerler, ülkedeki savunma dokusunu lime lime etmeye devam etti.

Resmî kaynaklara göre, işte bu yeraltı operasyonları, Haziran ayında İsrail Hava Kuvvetleri'nin düzenlediği nokta atışlı bombardımanlarda kritik bir rol oynadı. Mossad ajanlarının sahadan sağladığı istihbaratla donatılan İsrailli pilotlar, İran’a ait 3000’e yakın balistik füzenin yaklaşık yarısını ve fırlatma sistemlerinin %80’ini daha yerdeyken yok etti. Saldırının hedefinde sadece askeri tesisler değil, aynı zamanda İranlı nükleer bilim insanlarının ve üst düzey komutanların evleri de vardı.

Tıpkı pager operasyonunda olduğu gibi, bu sefer de İsrail, rakibinin haberleşme altyapısına sızmayı başardı. Saldırının ilk dakikalarında, Mossad’a bağlı siber tim, İran’ın en üst düzey komuta kadrosuna sahte bir alarm mesajı göndererek onları yer altı sığınağına yönlendirdi. Birkaç dakika sonra sığınağa düzenlenen saldırıyla, aralarında üç genelkurmay başkanının da bulunduğu 20 kişi öldürüldü.

Bu sessiz savaş, dünya kamuoyunun dikkatini Gazze’ye çevirdiği bir ortamda sahne alıyordu. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın gerçekleştirdiği saldırılar sonucu 1200’den fazla İsrailli hayatını kaybetmiş, 251 kişi rehin alınmıştı. Ardından İsrail’in başlattığı ağır bombardıman Gazze’de on binlerce sivilin ölümüne yol açmış, uluslararası camiada infial yaratmıştı. Fakat perde arkasında asıl dengeleri değiştiren, İran ile İsrail arasındaki görünmeyen hesaplaşmaydı.

Bu hesaplaşmanın kökleri çok daha derinlere uzanıyor. 2018 yılında, Mossad tarafından eğitilen bir militan grubu, Tahran’daki korumasız bir depoya sızarak, plazma kesicilerle kasaları açtı ve 450 kilonun üzerinde belge, çizim ve dijital veri ele geçirdi. Bu belgeler daha sonra Benjamin Netanyahu tarafından bir basın toplantısında dünyaya gösterildi ve İran’ın nükleer programı konusunda uluslararası toplumu nasıl kandırdığı iddia edildi.

İki yıl sonra ise İran’ın önde gelen nükleer fizikçilerinden biri, evinin yakınında yerleştirilmiş uzaktan kumandalı ve yüz tanıma sistemine entegre bir makineli tüfekle infaz edildi. Mossad bu suikastı bile sessizce ama etkili şekilde yürüttü.

İsrail kaynaklarının verdiği bilgilere göre, Haziran operasyonları öncesinde Mossad, İran’a tonlarca silah parçasını “metal ekipman” adı altında gizlice soktu. Bu malzemeler, hiçbir şeyden haberi olmayan kamyon şoförleri aracılığıyla dağıtıldı.

Tüm bu operasyonlar, Mossad’ın son 15 yılda geçirdiği taktiksel evrimin birer yansıması. Eskiden sadece İsrailli saha ajanlarının üstlendiği görevler, bugün İranlı rejim muhalifleri ve üçüncü ülke vatandaşları eliyle yürütülüyor. İsrailli yetkililerin ifadesiyle, İran rejiminin halk nezdindeki popülerlik kaybı, ajan devşirme süreçlerini her zamankinden daha kolay hale getirmiş durumda.

Gizli savaşın kökleri: Mossad’ın İran’a karşı başlattığı gölge harekât nasıl şekillendi?

İsrail istihbarat servisi Mossad, 1993 yılında İran'ı "bir numaralı öncelik" ilan etti. Bu karar, Washington'daki Beyaz Saray çimlerinde imzalanan Oslo Anlaşmaları'nın hemen ardından alındı. O anlaşmalar, on yıllardır süren İsrail-Filistin çatışmasına nihayet son verileceği umudunu yaratmıştı. Ama aynı günlerde, Tel Aviv’deki istihbarat bürokrasisi başka bir cephe için düğmeye basıyordu: İran.

İran ile İsrail arasındaki bağlar eskiden oldukça sıkıydı. Şah döneminde iki ülke arasında stratejik bir ittifak mevcuttu. Fakat 1979'daki İslam Devrimi her şeyi altüst etti. Ayetullah Humeyni liderliğindeki dinî rejim, İsrail’i "Ortadoğu’dan silinmesi gereken kanserli bir tümör" olarak ilan etti. O günden bu yana, iki ülke arasındaki düşmanlık sadece söylemde değil, istihbarat ve sabotaj düzeyinde de derinleşti.

İsrail’in bu kararlı düşmanlığına yön veren ana neden, bölgedeki nükleer üstünlüğünü koruma çabasıydı. Tel Aviv yönetimi, hiçbir zaman resmen nükleer silaha sahip olduğunu kabul etmedi. Ancak uzmanlara göre İsrail’in elinde 90’dan fazla nükleer başlık bulunuyor. 1981 yılında Irak’taki Osirak nükleer reaktörü İsrail savaş uçakları tarafından yerle bir edildi. 2007’de ise Suriye’de henüz inşaat halindeki bir tesis benzer şekilde hedef alındı.

Bu saldırıların ardından dönemin Başbakanı Menahem Begin, İsrail'in güvenlik doktrinini açıkça ortaya koydu: Tel Aviv, komşularının nükleer projelerini "kaynağında" yok etme hakkını kendinde görüyordu. "İkinci bir Holokost’a asla izin veremeyiz," demişti Begin. Bu doktrin o gün bugündür değişmedi.

Natanz’a düşen gölge

Mossad, İran’ın Natanz kenti yakınlarında gizli bir uranyum zenginleştirme tesisi inşa ettiğini tespit etti. Tahran’ın güneyinde, başkente yaklaşık 320 kilometre uzaklıkta yer alan bu tesise ilişkin bilgiler, muhalif bir İranlı gruba aktarıldı. İki yıl sonra grup, söz konusu bilgileri kamuoyuyla paylaştı.

Operasyona katılan Mossad emektarları, ajanların sahaya nasıl sızdığını yıllar sonra anlattı. Kimliklerini Avrupalı mühendis gibi gösteren bu istihbaratçılar, özel olarak tasarlanmış çift tabanlı ayakkabılarla tesiste dolaşıyordu. Ayakkabıların amacı gayet netti: Toprak ve toz örnekleri toplamak. Bu örnekler daha sonra İsrail laboratuvarlarında incelendi ve tesisin %5’in çok üzerinde zenginleştirilmiş uranyum ürettiği tespit edildi. Oysa nükleer santraller için %5 yeterliyken, tıbbi izotoplarda %20, nükleer bomba için ise %90 civarında zenginleştirme gerekiyor.

İsrail’in 2001’de başbakanlık koltuğuna oturan Ariel Şaron, gözü kara bir asker-siyasetçi olarak tanınıyordu. Ertesi yıl, Mossad’ın başına kendi silah arkadaşı olan General Meir Dagan’ı getirdi. Her iki isim de sınır tanımayan operasyonlarıyla meşhurdu. "Yasa ne der?" diye düşünmeden, "Ne yapılmalı?" diye soran adamlardı onlar.

Meir Dagan, 2002’den 2011’e kadar Mossad’ın başında kaldı ve en büyük misyonu olarak İran’ın nükleer programını çökertmeyi belirledi. Tıpkı Begin gibi, onun da motivasyonu tarihin karanlık sayfalarına dayanıyordu. Ofisinin duvarında, dedesine işkence eden Nazi askerlerinin fotoğrafı asılıydı. 2015’te bir mitingde, “Bir daha asla,” dediği andan beri bu söz onun hayat felsefesine dönüşmüştü. “Bu vaadi tutmak için elimden geleni yaptım.”

Onun yönetiminde Mossad, İran topraklarında adeta gölge bir savaş başlattı. Tahran sokaklarında motosikletli suikastçılar, bilim insanlarının arabalarına manyetik bombalar yerleştirdi. Füze rampaları, mühimmat depoları ve hava savunma sistemleri, birer birer sabote edildi. İran’ın göbeğinde sistematik bir yıkım yaşanıyordu ama görünürde hiçbir iz yoktu.

Ajan devşirmenin incelikleri

Meir Dagan’ın en çok gurur duyduğu konulardan biri ise, Mossad’ın ajan devşirme becerisiydi. İran içinde ve çevre ülkelerde istihbarat ağı kurmak, onun döneminde sanata dönüştü. İsrail’in analizine göre, İran’ın etnik yapısı bu açıdan büyük bir avantaj sunuyordu. Ülkedeki yaklaşık 90 milyon nüfusun %40’ı etnik azınlıklardan oluşuyordu: Araplar, Azerbaycan Türkleri, Beluçlar, Kürtler ve daha niceleri.

Dagan, ölümünden kısa süre önce verdiği bir röportajda, “İran’ın etnik mozaiği, Mossad için eşsiz bir rezervdir. Bu insanların büyük kısmı rejime karşıdır. Hatta bir kısmı ondan nefret ediyor,” demişti.

Dagan’dan önce Mossad, daha çok “mavi-beyaz” yani İsrail doğumlu ajanlara bel bağlıyordu. Ancak yeni strateji başka bir yöne evrildi: Artık ajanlar sadece İsrailli değil, İranlı muhalifler, göçmenler ve İran’a komşu yedi ülkeden gelen insanlar olacaktı.

Ajan devşirme iki ana hatta yürütülüyordu. Birinci gruptakiler klasik ajanlardı: Bilgi toplayıp merkeze aktaran istihbaratçılar. Ama ikinci grup çok daha tehlikeliydi: Bunlar sahaya inip sabotaj, suikast ve doğrudan yıkım operasyonlarında görev alacak cesarette insanlardı.

İhanetin psikolojisi: bir insanı kendi vatanına sırt çevirmeye nasıl ikna edersiniz?

Bir insanı, doğup büyüdüğü toprağa, konuştuğu dile, inandığı değerlere ihanet etmeye ikna etmek... Bu, istihbarat dünyasının en çetrefilli meselelerinden biridir. Bir düğmeye basıp hemen sonucu alabileceğiniz bir şey değildir. "Bu, tek seferlik bir karar değildir," diye anlatıyor Mossad’ın eski üst düzey bir yetkilisi. "Bu bir kayıştır. Sessiz, yavaş, kademeli bir düşüştür. Önce basit bir ricayla başlar, zararsız bir görev verilir. Sonra biraz daha ileri gidilir. Eğer kişi dayanırsa, bir sonraki aşamaya geçilir. Eğer reddederse — çoktan elinizde onu zorlayacak kozlar vardır: baskı, tehdit, şantaj."

Ama tecrübeli ajanlara göre, baskı ve korkuyla çalışmak, en son çare olmalıdır. "En doğrusu, kişinin ilk adımı kendi isteğiyle atmasını sağlamaktır," diyor aynı yetkili. "Gönüllü bağlılık, zorla elde edilene kıyasla her zaman daha değerlidir."

Bu işin temelinde ise tek bir şey yatar: güven. Ajan ile irtibat subayı (kurye, bağlantı, eğitmen — adını ne koyarsanız koyun) arasında kurulan bağ, cephede omuz omuza savaşan askerlerinki kadar güçlü olmalıdır. "Ajan, sahaya çıkarken kendisini yalnız hissetmemeli. Sırtını dayadığı kişi, onun iç dünyasını bilen, onu anlayan, kimi zaman sadece akıl hocası değil, sırdaşı ve hatta ailesinden biri gibi olmalıdır," diyor Mossad’dan emekli bir sahacı.

Elbette işin bir de maddi boyutu var. İsrail hesabına çalışanların çoğu, bu riskli işe karşılık bir karşılık bekliyordu. Ancak eski ve mevcut istihbaratçılar, asıl motivasyonun çoğu zaman insani zaaflar olduğunu kabul ediyor. "Para elbette önemli," diyor eski bir saha ajanı, "ama bazı duygular, paradan daha güçlüdür: nefret, aşk, bağımlılık, intikam... Ve en iyi sonuçlar, bu duygular elle tutulur bir kazançla birleştiğinde ortaya çıkar. Bu her zaman doğrudan bir ödeme olmayabilir. Bazen bir yardım eli, bazen bir ameliyat parası, bazen de sadece bir çıkış bileti..."

İsrail istihbaratının onlarca yıldır kullandığı en etkili araçlardan biri ise tıbbi yardım. Mossad, farklı ülkelerdeki kliniklerle ve doktorlarla irtibat halinde. Gerektiğinde binlerce dolar tutan ameliyatlar, tedavi masrafları karşılanıyor. Bu sayede sadece bireyler değil, bazen bütün aileler sisteme dahil ediliyor. Bu taktik daha önce Filistinli gruplarla da uygulanmıştı, ama İranlı ajanların devşirilmesinde özellikle öne çıktı.

Ve elbette modern çağın en güçlü silahı: dijital istihbarat. Mossad, sosyal medya ve özel web siteleri üzerinden İran’daki hasta bireylere ulaşmak için özel içerikler üretip hedefli reklamlar yapıyor. Bu platformlarda şifreli iletişim adresleri bırakılıyor. "Yardım istiyorsanız buradayız" mesajı veriliyor. Gerekirse uluslararası bir sağlık ağı devreye sokuluyor ve hiç soru sormayan bir klinik bulunuyor. Ödeme doğrudan ve gizlice yapılıyor.

Bir başka güçlü teşvik aracı da yurt dışında eğitim. İsrailli ajitatörler biliyor ki, İranlılar iyi eğitimi değerli buluyor. Ali Hamaney’in başında olduğu dini rejim bile akademik başarıyı resmi olarak teşvik ediyor. Bu nedenle, Batı’daki üniversitelerde burslu eğitim, özel liselere kabul gibi teklifler, potansiyel ajanlar için cazip hale geliyor.

Aday bulunduğunda, ilk görüşme genellikle İran’a vizesiz ya da kolay vizeyle girilebilen bir ülkede ayarlanıyor. Tayland ya da Hindistan gibi destinasyonlar sık tercih ediliyor. Sonra görüşmeler başlıyor: bir dizi yüz yüze temas, kapsamlı psikolojik analizler, testler, sorgular... Aday, tek yönlü aynaların arkasındaki uzmanlar tarafından izleniyor. Kişisel hayatına dair detaylı anketler dolduruluyor. Hatta poligraf (yalan makinesi) ile kontrol ediliyor. Ve bu sadece başlangıç.

Ajana eğitim verilirken, hayatının neredeyse her yönü kontrol altına alınıyor. Ne giyecek, nereden alışveriş yapacak, nasıl para harcayacak, nasıl bir sosyal çevrede bulunacak — hepsi baştan aşağıya belirleniyor. Amaç, görünmez bir ajan yaratmak.

“Kurye dediğiniz kişi sadece emir veren bir amir değildir,” diye anlatıyor Mossad’ın eski isimlerinden biri. “O bir psikolog, sırdaş, danışman, yol gösterici, zaman zaman da neredeyse aileden biri.” Çünkü asıl hedef; ajanla öyle bir bağ kurmaktır ki, o kişi artık bilgi paylaşmakla kalmaz, özel hayatını da paylaşır. Hatta en mahrem sırlarını bile…

Ajanlar mozaiği ve suikast timleri: Mossad'ın gölge ordusu nasıl çalışıyor?

Bir ajanı tanımak, sadece onun ideolojisini, dilini ya da becerilerini bilmekle sınırlı değil. Mossad için bir ajanın hayatındaki her detay potansiyel bir koz olabilir. Kimi zaman küçük bir aile içi gerilim, kimi zaman bir çocukluk arkadaşı ya da sosyal çevresi, istihbarat açısından altın değerindedir. Kurye, her zaman aynı soruları sorar: "Bu kişinin etrafında kimler var? Bu ağ, istihbarat operasyonları için kullanılabilir mi?"

Ajanların bir kısmı klasik bilgi taşıyıcıları olarak çalışırken, bir grup ise çok daha tehlikeli görevlere yönlendiriliyordu: suikastlar. Özellikle İran’ın nükleer programında görev alan bilim insanlarının ortadan kaldırılması için seçilen kişiler, uzun ve zorlu bir eğitim sürecinden geçiyordu. Mossad uzmanları onlara motosikletle takip, yakın mesafeden silahlı saldırı, hareket halindeki araçlara bomba yerleştirme gibi yetenekleri kazandırıyordu. Bu operasyonların iki temel hedefi vardı: İran’ın en parlak beyinlerini ortadan kaldırmak ve genç nesil bilim insanlarına açık bir mesaj göndermek — bu projeye bulaşmayın, hayatınız tehlikede olabilir.

2010-2012 yılları arasında, bu strateji en kanlı dönemini yaşadı. İsrail kaynaklarına göre en az dört İranlı nükleer bilimci suikastla öldürüldü; bir tanesi ise sadece şans eseri hayatta kaldı.

Tüm bu operasyonlar, milimetrik planlamalarla yürütüldü. Kontrol merkezleri ya komşu ülkelerdeydi ya da doğrudan Tel Aviv’in kuzeyindeki Mossad merkezindeydi. Bazı durumlarda İsrailli saha subayları İran’a kısa süreli gizli girişler yaparak operasyonlara bizzat liderlik etti.

"Halk aslan gibi" operasyonu: Tel Aviv’in sabrı tükeniyor

İsrail, uzun yıllardır İran’ın nükleer programını havadan yapılacak geniş çaplı bir bombardımanla durdurma ihtimalini masada tutuyordu. Ancak bu seçenek, her seferinde ABD başkanlarının müdahalesiyle rafa kaldırıldı. Washington, böylesi bir saldırının Ortadoğu’yu ateşe atacağını, bölgede topyekûn bir savaşı tetikleyebileceğini düşünüyor, özellikle de Lübnan’daki Hizbullah’ın devreye girmesinden endişe ediyordu. Hizbullah, yıllar içinde on binlerce roket biriktirmişti ve İsrail şehirlerini hedef alabilecek kapasiteye ulaşmıştı.

Ancak 2024’te dengeler değişti. Bahar ve sonbahar aylarında İran, doğrudan İsrail’e karşı füze ve SİHA saldırılarına girişti. Neredeyse tüm hedefler, ABD ve müttefiklerinin desteğiyle etkisiz hale getirildi. İsrail ise misilleme saldırılarıyla İran’ın hava savunma altyapısının büyük bölümünü devre dışı bıraktı.

Bu gelişmeler, Tel Aviv’deki güvenlik birimlerinin elini rahatlattı. 2024’ün ortalarında İsrail Genelkurmayı, İran’ın stratejik hedeflerine yönelik kapsamlı bir hava harekâtı için detaylı senaryolar üzerinde çalışmaya başladı. Ama asıl kırılma Kasım ayında yaşandı: ABD’deki başkanlık seçimlerini yeniden kazanan Donald Trump, İsrail’e yeşil ışık yaktı. Aynı süreçte Hizbullah’ın askeri kapasitesi de büyük oranda kırılmıştı. Kudüs’te karar vericiler artık tereddüt etmiyordu: Zamanı gelmişti.

İsrail Hava Kuvvetleri'nin seçkin pilotları, 2016’dan bu yana ABD’de özel eğitim alıyordu. Bu pilotlar, yıllar içinde İran hava sahasında gizli uçuşlar yaparak dağlık arazileri, radar kör noktalarını ve üslerin yerlerini adım adım öğrendi. Her rota, her irtifa, her geri dönüş planı, algoritmik hassasiyetle oluşturuldu.

Fordo bilmecesi: İsrail’in ulaşılmazı hedef aldığı en riskli senaryo

İran’ın nükleer altyapısında en çok baş ağrıtan hedeflerin başında Fordo yer alıyor. Bu tesis, kelimenin tam anlamıyla bir dağın içine gömülmüş durumda. Tahran’ın yaklaşık 90 kilometre güneyinde bulunan bu yeraltı zenginleştirme tesisi, 90 metreye varan granit katmanlarının ardında gizleniyor. Uzun süre dünya kamuoyundan saklanan tesis, ancak 2009’da ifşa edildi. O yıl, dönemin ABD Başkanı Barack Obama kameraların karşısına geçerek Fordo’nun varlığını dünyaya duyurdu. Kısa süre sonra BM müfettişleri de burayı denetledi ve içeride 3000’e kadar gelişmiş santrifüjün kurulmasının planlandığını açıkladı.

Fordo’nun doğrudan vurulması, sıradan bombalarla imkânsızdı. Bunu delip geçebilecek yegâne silah, ABD yapımı GBU-57 Massive Ordnance Penetrator adlı "sığınak delici bomba"ydı. Bu devasa mühimmat, nükleer olmayan kategoride dünyanın en güçlü yer altı hedef imha silahıydı. Ancak İsrail’in elinde böyle bir sistem yoktu.

Tel Aviv, bu açığı telafi etmek için aşırı riskli bir plan üzerinde çalıştı. Mossad ile İsrail ordusunun özel birimi, Fordo'ya sessizce sızacak elit komandoları eğitmeye başladı. Plan şuydu: Hedefe sessizce girilecek, içerideki santrifüjler imha edilecek, zenginleştirilmiş uranyum ele geçirilecek ve birlikler sağ salim bölgeden çıkarılacaktı. Adeta bir bilimkurgu filminden fırlamış gibi…

Ancak Mossad’ın 2021’de göreve gelen yeni başkanı David Barnea – istihbarat dünyasında “Dadi” lakabıyla bilinir – bu plana karşı çıktı. 2020’de İranlı nükleer fizikçi Fahrizade’nin uzaktan kumandalı makineli tüfekle infaz edildiği sansasyonel suikastın arkasındaki isim olan Barnea, sert politikalarıyla tanınıyordu. Ancak Fordo baskını ona bile fazla gelmişti. Çünkü risk sadece teknik değildi — kamuoyunun 7 Ekim 2023’te Hamas’ın eline düşen İsrailli rehineler yüzünden hâlâ psikolojik travma yaşadığı bir dönemde, böylesi bir operasyonun fiyasko ihtimali çok daha büyüktü.

Barnea, bu nedenle daha akılcı bir seçeneğe yöneldi: Trump yönetimiyle koordinasyon. Donald Trump, daha önce defalarca "İran’ın nükleer silaha ulaşmasına asla izin vermeyeceğim" demişti. Plan şuydu: Eğer operasyon başlatılırsa, Fordo’ya yönelik asıl darbeyi ABD indirecek, sığınak delici bombaları kullanarak tesisi yerle bir edecekti.

Operasyon “Mivtsa Am Ke-Lavi” — yani "Halk Aslan Gibi" adıyla anılmaya başladığında, Mossad ve İsrail askeri istihbaratı AMAN, İran ordusu ve nükleer altyapısı üzerindeki gözetimi en üst düzeye çıkardı. David Barnea liderliğinde, ajan devşirme ve eğitme konularında uzmanlaşmış Tzomet (Düğüm Noktası) birimi ciddi şekilde büyütüldü. Artık ajanlar sadece bilgi taşımakla kalmayacak, sabotaj yapacak teknik donanıma da sahip olacaktı.

Bu noktada bir karar daha alındı: Mossad’ın “yabancı lejyonu” en gelişmiş İsrail yapımı sabotaj sistemleriyle, gizli iletişim cihazlarıyla ve tespit edilemez hareket kabiliyetiyle donatılacaktı. Her ajan için hazırlanan “örtü hikayesi” defalarca test ediliyor, İran karşı istihbaratını şüphelendirebilecek en ufak çelişkiler dahi temizleniyordu.

Coğrafya Mossad’ın lehineydi. İran yedi ülkeyle sınır paylaşıyor: Irak, Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Pakistan, Türkmenistan ve Afganistan. Bu sınır bölgeleri, kaçakçılığın hayatın parçası olduğu alanlardı. Yüzbinlerce insan, yıllardır uyuşturucu, elektronik, yakıt ve daha nicelerini eşeklerle, deve kervanlarıyla, kamyonlarla veya küçük araçlarla taşıyarak geçimini sağlıyordu.

İşte Mossad, bu “gölge ekonomi”ye sızdı. Kaçakçılarla ve bu ülkelerdeki devlet kurumlarıyla temas kurdu. Operasyonel malzeme sevkiyatı, örtülü şirketler aracılığıyla yapıldı. Bazı kargolar deniz yoluyla taşındı, bazıları ise resmi evraklarla gümrüklerden geçirildi. "Taşıdığımız kutular belgelerde metal işleme parçaları olarak görünüyordu,” diyor bu süreçte Mossad’a lojistik destek veren bir uzman. “Ama içlerinde sabotaj düzenekleri, uydu iletişim sistemleri, kamufle edilmiş sensörler vardı.”

Bu kargolar, İran içindeki "altyapı ajanları"na ulaştırılıyordu. Bunlar, Mossad’a bağlı ama İran vatandaşı olan yerel operatörlerdi. Malzemeler yıllarca “güvenli evlerde” saklanıyor, zaman zaman bakım görüyordu.

İsrail kaynaklarına göre, İran içindeki hedeflere saldırmak için eğitilen yabancı ajanların hazırlığı yaklaşık beş ay sürdü. Komandoların bir bölümü İsrail’e getirilerek hedef tesislerin birebir kopyalarında eğitim aldı. Diğerleri ise üçüncü ülkelerde İsrailli eğitmenler gözetiminde görevlerine hazırlandı.

Sonuçta, 14 takımdan oluşan iki ayrı komando birliği kuruldu. Her takım 4 ila 6 kişiden oluşuyordu. Bazıları İran’da yıllardır uyku modunda bekliyordu, diğerleri ise rejim karşıtı göçmenler olarak kısa süre önce ülkeye sızdırılmıştı.

Her takımın ayrı bir görevi vardı, ancak hepsi İsrail’deki harekât merkeziyle temastaydı. Planlar gerçek zamanlı olarak güncellenebiliyordu. Çoğu birimin ana hedefi, İsrail Hava Kuvvetleri’nin belirlediği listeye göre İran’ın hava savunma unsurlarını imha etmekti.

Kod adı: notalardan savaş — İsrail’in İran operasyonu nasıl sahnelendi?

Mossad’da her suikast timi ve her görev için bir kod adı vardı. Ama bu kodlar, rastgele harf ve rakam kombinasyonları değildi. İsrail istihbaratı, operasyonlarına müzikal notaların kombinasyonlarından türetilmiş özel isimler veriyordu. Çünkü bu operasyonlar bir savaş değil, adeta bir senfoni gibiydi: ritmik, kusursuz, nota nota planlanmış…

Haziran’ın 12’sine girilen gece, komandolar belirlenen noktalarda konuşlanmaya başladı. Emrin tonu netti: hiçbir iz bırakma. Mossad, operasyon sonrası sahada ekipman bırakılmasını istemiyordu. Eğer bir şey bırakılacaksa, bu sadece işe yaramaz, istihbarat değeri taşımayan parçalardan ibaret olmalıydı. İran medyası ertesi gün zafer havasında “ajanlar paniğe kapıldı ve ekipmanlarını terk edip kaçtı” diye haber yaptı. Kudüs’ten gelen yanıt ise iğneleyiciydi: “Buldukları şey sakız kabından farksızdı.”

Ama perde arkasında bambaşka bir tablo vardı. İsrail istihbarat yetkililerinden biri açıkça söyledi: "İsrail hava kuvvetlerini durdurmak için hazırlanan tüm hava savunma bataryaları etkisiz hale getirildi." Bunların büyük kısmı Tahran çevresinde konuşlandırılmıştı — yani İsrail’in daha önce hiç cesaret edemediği bölgelerde.

Savaşın ilk saatlerinde, komando timlerinden biri, İran’a ait balistik füze rampasını imha etti. Tel Aviv’deki güvenlik analistlerine göre bu darbe, psikolojik anlamda da sarsıcıydı. İran, diğer sistemlerinin de bu kadar kolay hedef olabileceğini anlayınca, anlık misillemeden geri durdu. Bu da İsrail’e zaman kazandırdı.

Operasyonun askeri lojistiğini İsrail Hava Kuvvetleri ve askeri istihbarat servisi AMAN birlikte organize etti. 11 gün süren yoğun bombardımanda binden fazla hedef yerle bir edildi. Ancak İsrail’in kendi yetkilileri bile kabul ediyor: asıl farkı yaratan Mossad’dı. “Am Ke-Lavi” yani “Halk Aslan Gibi” operasyonunun temelini, sahaya verilen nokta atışı istihbarat oluşturdu.

Mossad ajanları, İran’ın nükleer programında kritik rollerde yer alan 11 bilim insanı hakkında olağanüstü detaylı dosyalar hazırladı. Bu dosyalar, sadece adreslerle sınırlı değildi — ev planları, yatak odalarının yerleri, günlük alışkanlıklar... Her şey en ince ayrıntısına kadar kayıt altına alındı. 13 Haziran sabahı, İsrail savaş uçakları bu verilerle donatılmış füzelerle havalandı. “Hedef–tespit–vur” üçlüsü saniyelik zamanlamalarla işletildi. Tüm hedefler vuruldu.

İran cevapsız kalmadı. Kısa bir süre sonra bir dizi füze saldırısıyla yanıt verdi. Fakat İsrail hava savunması çoğunu havada etkisiz hale getirdi. Yine de yere düşen füzeler ciddi hasara neden oldu. İsrail tarafına göre saldırılarda 30 sivil hayatını kaybetti; altyapı hasarının maliyeti ise yaklaşık 12 milyar doları bulacak. İran’ın resmi medyası ise kendi topraklarında 600’den fazla ölü olduğunu duyurdu.

Program çöktü mü yoksa nükleer bomba kararlılığı mı pekişti?

Tartışma şimdi buraya evriliyor: Bu saldırı dalgası İran’ın nükleer projesini bitirdi mi, yoksa sadece biraz geriye mi attı?

ABD Başkanı Donald Trump, çok net konuştu: “Fordo, Natanz ve İsfahan’daki hedeflere yönelik Amerikan saldırıları İran’ın nükleer kabiliyetini ortadan kaldırdı.” Ancak İsrailli ve Amerikalı uzmanlar bu konuda daha temkinli.

İsrail askeri istihbaratının eski başkanı General Tamir Hayman, durumu şöyle özetliyor: “Evet, İran’ın programı ciddi bir darbe aldı. Savaş öncesinde olduğu gibi, nükleer silahın eşiğinde değiller artık. Ama eğer dini lider karar verirse, İran bir–iki yıl içinde tekrar o noktaya gelebilir.”

Hayman, şu anda İsrail Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü’nü yönetiyor. Ve önemli bir uyarıda bulunuyor: "Bu tür operasyonlar, geri tepebilir. İranlı karar vericiler bu saldırıları, nükleer silaha sahip olmaları gerektiğine dair bir gerekçe olarak görebilir. Kendi caydırıcılıklarını oluşturmak için bomba yapmaya daha kararlı hale gelebilirler.”

Bu sözler, İsrail içinde bile tartışmanın başladığını gösteriyor: Bugün kazanılan taktiksel zafer, yarının stratejik krizine dönüşebilir mi?